3172

Yeşil Yanınca Geçen Şeyler

Kaldırımlar ikiye ayrılıyordu yürüdükçe.

Trafik lambaları kırmızıda takılı kalmıştı. Arabaların içlerinde kırmızının yeşile dönmesini bekleyenler vardı, dışarıda olup biteni bir yerlere yüklemeyle ve yüklerken şiddetle kınamayla meşgul; hissiz robotlaşmış insanlardı.

Saat akşam altıyı yirmi geçiyordu.

Saatlerce yürüdüğüm, koştuğum halde saate baktığımda sadece altıyı yirmi bir geçiyordu.

Havada asılı kalmış bir yağmur damlası vardı. Ufuk çizgisinde hapsolmuş bir güneş, pembeden turuncuya geçememiş bir hava, kıpırtısız bulutlar.

Yürüyordum, arkama bakmadan yürümeye devam ediyordum. Sanki bir hortum takip ediyordu beni, bir kasırga. Durursam yakalayıp içine çekecekmiş gibi.

Arkamda bir bir yıkılmakta olan binaların tozları genzimi yakıyordu. Öksüre öksüre hızlı adımlarla yürümeye devam ediyordum. Bacaklarım koşacak kadar güçlü değildi, ne kadar yol gideceğim belli değildi ve enerjimi tüketmemek adına sadece hızlı yürüyebiliyordum.

Dönüp bakmak geliyordu içimden ardımda olanlara, yüzümü dönersem simsiyah bir is benim de yüzümü karartacakmış gibi bir hisle, sanki “görmezsem daha iyi başa çıkabilirim” düşüncesiyle yürüyordum.

Yere saçılmış rengarenk misketler çıkıyordu karşıma birden. Eğilip birini alıyordum. Bir dağ kadar ağırlaşıyordu parmaklarımın arasında. Şeffaf yerine baktığımda çocuk mezarlıkları görüyordum. İçinden birer birer kalkıp “Onu bana ver” diye ellerini bana uzatan çocuklar görüyordum, oynamaya doymamış, zamansız göçmüş çocuklar. Bir çırpıda fırlatıyordum misketi, kalbimin atışı yavaşlıyor, ayaklarım hızlanıyordu.

Kırmızı bir kadın ayakkabısı görüyordum hemen sonra, parlak. Ama rugan değil. Yansıttığı görüntü ise kömür kadar kara. Öldürülen, şiddet gören, tecavüz edilen kadınları görüyordum. Çığlık atıyorlardı çaresizce, elleri bana uzanıyordu, yerden almaya cesaret edemiyordum.

Kanlı bir tasma yuvarlanıveriyordu ayağımın önüne. Kulakları sağır eden hayvan çığlıkları duyuyordum. Üzerine doğru eğilip baktığımda bazılarına işkence yaptıklarını görüyordum, bazılarına deney... Tecavüzler görüyordum! Gözlerimi ve kulaklarımı kapatıp yere çökerek ağlamak geliyordu içimden, yapamıyordum yakalananmamak için ilerliyordum.

Eski bir kasket, söndürülmemiş izmarit çıkıyordu az ileride karşıma. Babalar görüyordum. Ayaklarının sedyeyi kirletmemesini kendi canından değerli gören babalar...

Yerlere saçılmış türlü türlü mektuplar görüyordum, “Vatan sağolsun” diyerek gitmiş gencecik çocukların mektupları. Biri annesine yazmış “Anneme istediği o evin alın” diye vasiyetini, bir diğeri nişanlısına yazmış “Birlikte gitmeyi planladığımız yerlere bensiz de git”  Boğazıma oturmuş kocaman bir yumruk hissiyle yürümeye devam ediyordum...

Ben yürüyordum, hala yürüyordum.
Arkamda kıyamet kopuyordu.
Kıyamet dedikleri şey kopuyordu!
Cehennem dedikleri gördüğüm şeylerden fazlası olamaz diye düşünüyordum.
Önüm açık, arkam tamamen karanlıktı.
Bir adım sonra ne olacağını bilememe hissiyle yürüyordum.
Belki de bu yüzden hala yürüyebiliyordum.
Belki güzel şeyler vardı ileride?
Bilmiyordum.
İnanıyordum dünyanın güzel bir yer olacağına belli bir eşiği geçince.
O eşiğe gelme umuduyla yürüyordum.
“Batsın bu dünya” demiyordum.
Nedense diyemiyordum işte.
Ve Batmıyordu...
Saate bakıyordum altıyı yirmi iki geçiyordu.
Yeşil yanıyordu, bir şey olmamış gibi, kırmızı bu kadar uzun değilmiş gibi
Kornaya basmaya başlıyorlardı “Hadi” diye sabırsızca uzun uzun.
Yeşilin yanmasıyla “geç” iyordu
Akışına dönüyordu herşey...

Müge Tüzün
Mugejun