98

Doğu Amerika Günlükleri 1: New York

New York Yazısı

Doğu Amerika Günlükleri 1:

Şehirler, Üniversiteler, Anılar…

Güzeller güzeli ve kozmopolit New York

Çocuk sahibi olduğunuzda daha önce yalnız veya eşinizle yaptığınız şeyleri şimdi de çocuğunuz ile yapıyorsunuz. Ben hep ikinci dünya turuna başladık, diyorum. 15 günlük Amerika gezimizi Newyork – Washington –Philedelphia – Baltimore – Annapolis – Rhode Island – New Haven- Vermount- Boston şeklinde planladık. Şehirleri gezerken de planımıza önceden üniversitelerin web sitelerinden aldığımız randevuları ile NYU, Columbia University, Princteon, UPENN, John Hopkins, Georgetown, Yale, Brown, Dortmund, MIT ve Harvard’ı da görelim dedik.

Goethe’nin dediği gibi “Gezgin bir yere varmak için değil, keşfetmek için seyahat eder”. O zaman başlayalım… İyi gezmeler….

JFK’de Türk Hava Yolları nereden kalkıyor sorusunun yanıtı; Türkiye’den gidecekler için Türk Hava Yolları havalimanının 1 No’lu terminalinden iniş kalkış yapıyor.

Peki şehre en ekonomik sorusuna cevap ise öncelikle JFK Havaalanı’na indiğiniz terminalden AirTrain’e biniyorsunuz. Turnikelerden çıktıktan sonra 2. yolculuğunuz için makinelerden biletinizi alın. AirTrain seyahatinin bedeli kişi başı 8.5 dolar. Metro ise 2,75 dolar. Bu tutar seyahat tamamlandıktan sonra ödeniyor.

Sadece terminaller arasında seyahat edecekseniz AirTrain ücretsiz.

AirTrain’den Jamaica metro istasyonunda inin ve Jamaica İstasyonu’nda metronun E veya J hatlarından birine binin.

E hattındaki metro, Midtown, Times Meydanı, Penn İstasyonu, West Village ve Dünya Ticaret Merkezi’ne gider.

J hattındaki metro, Aşağı Doğu Yakası, Küçük İtalya (Little Italy), Çin Mahallesi (Chinatown) ve Finans Bölgesi’ne (Financial District) gider.

New York’a beş gün ayırdık.

Birinci gün Times Square, Herald Square, Gramercy ve Flatiron bölgesi.

İkinci gün, Greenwich Village, Soho ve TriBeCa, Chinatown, Little Italy, Seaport ve Civil Center, DUMBO

Üçüncü gün, Lower Manhattan olan Financial District, Ellis adası, Özgürlük anıtı, NYU üniversitesi ve akşam Broadway Show.

Dördüncü gün Theatre District, Lower Midtown, Upper Midtown, Central Park, Müzeler bölgesi. Beşinci gün Harlem, Columbia University ve biraz da alışveriş için Woodbury Outlet.

Gezimizin ilk durağı, güzeller güzeli ve kozmopolit New York’tu. Sevdiğiniz bir şarkıyı üst üste dinlemek, bayıldığınız bir filmi tekrar tekrar izlemek ya da sizi derinden etkileyen bir kitabı yeniden okumak gibi bir his verdi bana. Kaç kere gitsem sıkılmadım; her seferinde bambaşka tatlar aldım. Bu şehre birçok kez geldim ve yine geldiğim için çok mutluydum.

New York denince akla gelen ilk yer, “Dünyanın Kavşağı” ya da “Işıkların Şehri” olarak anılan Times Square oluyor. Kaosu, kalabalığı ve enerjisiyle insanın New York’ta olduğunu en yoğun hissettiği yer. Her gün yaklaşık 340.000 kişi buradan geçiyor; yılda ise 124 milyondan fazla insan ziyaret ediyor. Batı 42. Cadde ile Batı 47. Cadde arasında yer alan bu ikonik meydan, toplamda 47.000 metrekarelik bir alanı kaplıyor.

Gezerken meşhur çikolatacı Hershey’s’e, rengârenk M&M’s mağazasına ve Macy’s’e de uğradım. Times Square’de yer alan tiyatrolarda sahnelenen Broadway şovları ise bu bölgeye bambaşka bir hava katıyor.

Burası, 1904 yılına kadar “Longacre Meydanı” olarak biliniyordu. New York Times gazetesinin ana binasının buraya taşınmasıyla birlikte meydanın adı da “Times Square” olarak değiştirildi.

Times Square, yaklaşık 250 reklam panosuyla her daim ışıl ışıl. Gerçekten de dünyanın kalbi gibi atıyor. “Uyumayan şehir” deniyor ya New York için, işte Times Square tam anlamıyla uyutmayan yeri.

Etrafını saran dev billboardlar ve sürekli değişen reklamlar, geceleri bile gündüz gibi aydınlatıyor ortalığı. Işıklar, sesler ve kalabalık bir araya gelince, zaman kavramını kaybediyorsunuz.

Merdivenlerde otururken bir yandan etrafı izliyor, diğer yandan da sağ tarafta yer alan Kodak ekranında fotoğraf çekilebiliyorsunuz. Hatta biraz şanslıysanız, billboardlarda kendinizi bile görebilmeniz mümkün.

45. Cadde civarındaysanız ve New York usulü cheesecake denemek istiyorsanız, önerilecek en iyi adreslerden biri kesinlikle Junior’s. Asıl yeri 386 Flatbush Avenue, NY 11201 ama şehirde başka şubeleri de var.

1950 yılından bu yana hizmet veren bu ikonik markanın bir de iddialı bir sloganı var:

“Junior’s’ın cheesecakelerinden tatmadan gerçekten yaşamış sayılmazsınız.”

Oldukça iddialı, değil mi? İnsanın gerçekten uçağa atlayıp gidip yerinde denesi geliyor.

Broadway ile 6th Avenue’nun kesişimine geldiğinizde, kendinizi Herald Square’de buluyorsunuz. Burası New York’un en bilinen alışveriş meydanlarından biri.

Adını, 1894’ten 1921’e kadar bu bölgede ofisi bulunan New York Herald gazetesinden almış. Bugün alışveriş yapan insanlarla dolup taşan bu alan, zamanında New York’un en müstehcen bölgelerinden biriymiş. 1880’ler ve 1890’larda “Tenderloin Bölgesi” olarak anılıyor, dans salonları ve genelevlerle dolu bir gece hayatı merkezi olarak biliniyormuş.

Macy’s, 1901 yılında bu bölgede kapılarını açtıktan sonra her şey değişmiş. Odak, eğlence ve “et”ten modaya kaymış. Zamanla bölge, New York’un Giyim Bölgesi hâline gelmiş; hatta Fashion Avenue olarak da bilinen Seventh Avenue ve çevresi modanın kalbi olarak anılmaya başlamış.

Empire State Binası (Empire State Building), 1 Mayıs 1931’de açılmış olup, Manhattan’daki Fifth Avenue’de, 33. ve 34. caddeler arasında yer almaktadır. 102 katlı olan bina, toplam 1576 merdiven basamağına sahiptir.

1970’lerde “dünyanın en yüksek binası” unvanını Dünya Ticaret Merkezi’ne kaptırmış olsa da Empire State hâlâ New York’un en ünlü gökdeleni ve şehrin tüm dünyada tanınan simgelerinden biridir. İnşaatına, 1929’daki Wall Street Çöküşü’nden yalnızca birkaç hafta önce başlanmış. 1931’de açıldığında ise kiracı bulmak epey zor olmuş; bu yüzden bina bir süre “Empty State Building” yani “Boş Eyalet Binası” olarak anılmış. Neyse ki gözlemevleri büyük ilgi görünce binanın kaderi değişmiş. Bugüne kadar 79 milyondan fazla ziyaretçiyi ağırlamış.

Empire State, yılda yaklaşık 500 kez yıldırım isabet eden, adeta doğal bir paratoner gibi çalışan bir bina.

Pek çok filme ev sahipliği yapmış ama şüphesiz en unutulmaz sahne, 1933 yapımı King Kong filmine ait. Dev maymunun kuleye tırmanıp ordu uçaklarıyla çatıştığı sahne, sinema tarihine geçmiş. Gerçek hayatta da binayla ilgili oldukça çarpıcı bir olay yaşanmış: 1945 yılında, Manhattan üzerinde çok alçaktan uçan bir bombardıman uçağı, sisli bir havada binanın 78. katına çarpmış. En ilginç kurtuluş hikâyesi ise asansör operatörüne aitmiş; kabini 79 kat düşüp bodrum kata kadar inmiş, ama acil durum frenleri sayesinde hayatta kalmayı başarmış.

Binanın yüksekliği kıyaslandığında:

Big Ben: 67 metre, Büyük Piramit: 197 metre, Eiffel Kulesi: 329 metre, Empire State Binası: 443 metre… Artık gözünüzde daha net canlandırabilirsiniz.

Binanın tepesine çıktığınızda, 1960 yılında yerleştirilen güçlü bir fener sayesinde 160 kilometre uzaklığı görebilirsiniz. İyi seyirler!

Empire State’e çıktığınızda sizi muhteşem bir manzara bekliyor. Hatta Özgürlük Heykeli’ni bile –küçücük de olsa– seçebilirsiniz. Ben önceki gelişimde Empire State’e çıktığım için bu sefer çıkmadım ama zaten günümüzde çıkış ücreti 96 USD gibi oldukça yüksek bir rakama ulaşmış.

Eğer Empire State’i görmek istiyorsanız Top of the Rock’a çıkın. Rockefeller Center veya Chrysler Building’i görmek istiyorsanız Empire State’e çıkın. Tercih sizin…

Ütüyü andıran üçgen formundan dolayı “Flatiron” adını alan bu bina, New York’un en ikonik yapılarından biri.

Manhattan’da, 175. Cadde üzerinde yer alıyor ve yapıldığı dönemde büyük bir çığır açarak, dönemin en dikkat çeken gökdelenlerinden biri olarak kabul edilmiş. 1902 yılında tamamlanan bina, 14. Sokağın kuzeyindeki en yüksek yapılardan biriymiş.

Broadway ile Doğu 22. ve 23. Sokakların birleştiği noktada yer alan Flatiron, kendine özgü üçgen mimarisiyle şehir siluetinin vazgeçilmezlerinden biri hâline gelmiş.

1966 yılında New York’un resmi simgelerinden biri olarak kabul edilmiş. 1979’da Ulusal Tarihi Yapılar Listesi’ne alınmış, 1989 yılında ise “Ulusal Tarihi Öneme Sahip Eser” ilan edilmiş.

Olağanüstü güzellikteki McKim, Mead & White imzalı eski Pennsylvania İstasyonu binasının yıkılması, şehir korumacılarını öylesine öfkelendirmiş ki bu tür bir yıkımın bir daha asla yaşanmaması için ciddi bir kamuoyu oluşmuş. İşte bu büyük yapının yerine inşa edilen dev spor mabedi, yani Madison Square Garden, bir yandan şehre yeni bir yüz kazandırırken diğer yandan da “koruma bilinci” açısından bir dönüm noktası olmuş.

New York, Manhattan’da yer alan bu büyük spor kompleksi, aslında aynı isimle kullanılan dördüncü bina. Bugün kullanılan yapı, 14 Şubat 1968’de açılmış ve o tarihten bu yana hem spor hem de kültürel etkinliklerin merkezi hâline gelmiş.

Michael Jackson, unutulmaz “30th Anniversary Special” gösterisini 10 Eylül 2001 gecesi burada sahnelemiş. Aynı şekilde John Lennon da son konserini burada vermiş; bu yönüyle Madison Square Garden, sadece bir spor salonu değil, müzik ve kültür tarihinin de önemli duraklarından biri. Hatta şu anda NBA’in en eski ikinci salonu olma özelliğini taşıyor.

Madison Square Garden, günümüzde New York Knicks (basketbol) ve New York Rangers (hokey) takımlarının evi. Aynı zamanda dev rock konserlerine, boks karşılaşmalarına, tenis ve güreş müsabakalarına, hatta Ringling Bros. ve Barnum & Bailey Sirki gibi büyük gösterilere ev sahipliği yapıyor. İçinde ayrıca 5.600 kişilik bir tiyatro salonu da yer alıyor.

1840 tarihli Katolik kilisesi St. John the Baptist Church, Manhattan’ın tam kalbinde, şehrin karmaşası içinde saklı kalmış bir huzur noktası gibi.

30. Cadde üzerindeki kahverengi taş cephesi, yılların ve şehrin isli havasının etkisiyle kararmış olsa da, bu sade ve donuk dış cephe aslında içinde birçok görsel ve ruhsal hazine barındırıyor. Kilisenin girişi, 31. Cadde’de yer alan modern Manastır binasından yapılıyor.

Mimar Napoleon Le Brun tarafından tasarlanan kutsal alan, göz alıcı beyaz mermerden inşa edilmiş Gotik kemerlerle çevrili. Kemerlerin üstü yaldızlı başlıklarla süslenmiş, duvarlar ise dini sahneleri betimleyen boyalı kabartmalarla bezeli. Renkli vitray pencerelerden süzülen ışık, iç mekâna büyülü bir atmosfer katıyor. Gerçekten etkileyici bir yapı.

Manastırın hemen dışında ise bir Dua Bahçesi yer alıyor. Dini heykeller, küçük bir çeşme ve taş banklarla çevrili bu yeşil alan, tam anlamıyla şehir içinde küçük bir vaha gibi. Gürültüden uzaklaşıp birkaç dakika nefes almak isteyenler için ideal bir durak.

1913 yılında McKim, Mead & White tarafından tasarlanan General Post Office, karşısında yer alan 1910 tarihli Pennsylvania İstasyonu ile mimari açıdan bütünlük sağlamak amacıyla inşa edilmiş. Güzel Sanatlar (Beaux-Arts) dönemine ait kamusal yapıların en etkileyici örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.

İki blok boyunca uzanan bu heybetli binaya, geniş bir merdivenle çıkılıyor. Giriş cephesi 20 Korint sütunu ve her iki uçta yer alan simetrik pavyonlarla süslenmiş. Hem boyutları hem de detaylı işçiliğiyle insanda hayranlık uyandıran bir yapı.

En dikkat çekici unsurlarından biri ise binanın girişindeki yazıt. Tam 85 metre uzunluğundaki bu yazı, Herodot’un Pers İmparatorluğu’nun posta sistemi hakkındaki tanımından alıntı içeriyor: "Ne kar ne yağmur ne sıcak ne de gecenin karanlığı bu kuryeleri belirlenen turlarını hızla tamamlamaktan alıkoyamaz."

Metropolitan Life Insurance Company, 1909’da 700 ft (210 m) yüksekliğinde bir kulenin eklenmesi Flatiron'u dünyanın en yükseği olmaktan çıkardı. Devasa dört kenarlı saatin dakika kollarının her birinin 454 kg ağırlığında olduğu söyleniyor.

Bina, geceleri özel bir şekilde aydınlatılıyor ve bu ışıklandırma, şirketin mottosu olan “asla sönmeyen ışık” fikrine gönderme yapıyor. Şehir siluetine gece ayrı bir anlam katıyor.

Robin Hood, Treasure Island ve Robinson Crusoe gibi klasiklerin ünlü illüstratörü (ve ressam Andrew Wyeth'in babası) N.C. Wyeth'in bir dizi tarihi duvar resmi lobide sergileniyor.

Yürüyerek Amerika’nın 26. başkanı Theodore Roosevelt’in doğduğu eve geldik. Bugün bir müze olarak ziyaretçilerini ağırlayan bu evde, Roosevelt’in çocukluk yıllarından siyasi kariyerine kadar birçok detay özenle sergileniyor.

Genç Teddy’nin oynadığı oyuncaklardan, İspanya-Amerika Savaşı’nda giydiği ünlü “Rough Rider” şapkası, kampanya rozetleri ve döneme ait amblemlere kadar birçok orijinal eşya burada görülebiliyor.

Müzenin içindeki sergiler iki ana temaya ayrılmış: Biri Roosevelt’in keşifleri ve ilgi alanlarına, diğeri ise siyasi kariyerine odaklanıyor. Her iki bölüm de, hem bir liderin kişisel yolculuğunu hem de bir dönemin ruhunu anlamak için oldukça etkileyici bir deneyim sunuyor.

New York ve Bronx’taki sivil ve ceza davalarına dair itirazlar, türünün dünyadaki en yoğun mahkemelerinden biri olarak kabul edilen Appellate Division Courthouse’ta görülüyor.

Binanın mimarı James Brown Lord, bu etkileyici Palladian Revival tarzındaki yapıyı 1900 yılında tasarlamış. Dış cephesi, aralarında Daniel Chester French’in “Adalet” ve “Çalışma” heykelinin de bulunduğu bir düzineden fazla zarif heykelle süslenmiş.

Mahkeme hafta içi oturumda değilse, Herter kardeşler tarafından tasarlanan iç mekân da ziyaret edilebiliyor. İnce işçilikle yapılmış dolapları, kubbesi, duvar resimleri ve vitray pencereleriyle son derece etkileyici ve zarif bir atmosfer sunuyor.

Lobide yer alan sergiler, bu mahkemede karara bağlanmış en ünlü davalardan bazılarını gözler önüne seriyor. Temyiz davalarına konu olmuş isimler arasında Babe Ruth, Charlie Chaplin, Fred Astaire, Harry Houdini, Theodore Dreiser ve Edgar Allan Poe gibi pek çok tarihi figür bulunuyor.

Marble Collegiate Church The Power of Positive (Olumlu Düşüncenin Gücü) adlı eseriyle tanınan eski papaz Vincent Peale ile tanınır. Eski Başkan Richard M. Nixon, Beyaz Saray öncesi döneminde avukatlık yaparken burada ayinlere katılırmış.

Kilise, adını veren mermer bloklar kullanılarak 1854 yılında inşa edilmiştir. O zamanlar Beşinci Cadde, tozlu bir köy yolundan başka bir şey değilmiş ve kilisenin etrafındaki dökme demir çit, hayvanları uzak tutmak için oraya konulmuş.

Orijinal beyaz ve altın rengi iç duvarlar, yumuşak pas rengi bir arka plan üzerinde şablonlanmış altın zambak çiçeği deseniyle değiştirildi. Eski Ahit sahnelerini tasvir eden iki vitray Tiffany pencere, 1893 yılında güney duvarına yerleştirildi.

The Brotherhood Synagouge 1859'dan 1975'e kadar Dostlar Toplantı Evi olarak kullanılmış, daha sonra sinagoga dönüştürülmüş.

Gidilecek yerler arasında kesinlikle atlanmaması gereken noktalardan biri de High Line Park. Eski bir yük treni hattının dönüştürülmesiyle ortaya çıkan bu yeşil koridor, Gansevoort Caddesi ile 34. Cadde arasında uzanıyor.

Eskiden sokak seviyesinin üzerinde yük taşıyan bir ray sistemiymiş. 1930’larda, artan araç trafiğiyle kazaların önüne geçmek için bu ray hattı cadde üstüne inşa edilmiş ve genellikle fabrika teslimatları için kullanılmış. Ancak zamanla yeni otoyollar yapılınca işlevini yitirip, 1980 yılında tamamen kapatılmış.

Yıllar içinde çürümeye terk edilen rayların etrafında kendiliğinden yeşillikler büyümeye başlayınca, çevre halkı “Friends of the Highline” adında bir dernek kurarak bu alanı kurtarmak istemiş. Belediyenin de desteğiyle 2009 yılında proje tamamlanmış ve yaklaşık 150 milyon dolara mal olmuş.

Bugün, yürüyerek şehri yukarıdan izleyebileceğiniz, çiçeklerle çevrili, modern sanatla iç içe bir park haline gelmiş durumda. Gerçekten tam “keyif yapmalık” bir yer.

High Line boyunca yürüdüğünüzde sonunda karşınıza The Vessel çıkıyor. Bölgenin mimari dokusunu zenginleştirmek amacıyla inşa edilen bu modern yapı, dış görünüşüyle hemen dikkat çekiyor. Merdivenlerle dolu spiral yapısıyla sadece bir bina değil, aynı zamanda bir deneyim alanı.

New York’un havalı bölgelerinden biri olan Chelsea, sadece sanat galerileriyle değil, özgür ruhlu yaşam tarzı, keyifli mekânları ve her daim canlı atmosferiyle de dikkat çekiyor. Özellikle LGBTQ+ topluluğu için önemli bir merkez olan semt, bir yandan da mimari dokusunu koruyarak tarihine sahip çıkmayı başarıyor.

Bölgenin gelişimi, bir şehir plancısından ziyade daha çok “Aziz Nikolaos’tan Bir Ziyaret” adlı şiiriyle tanınan Clement Clarke Moore’un burada sahip olduğu araziyle başlıyor. Moore, 1830’larda bu alanı parsellere ayırarak şık sıra evler inşa ettiriyor. Şanslıyız ki bu yapılardan birçoğu zaman içinde restore edilerek bugüne ulaşmış.

Bu evlerin en güzellerinden biri, 1839–1840 yılları arasında iş insanı Don Alonzo Cushman için inşa edilmiş olan ve 406–418 Batı 20. Sokak boyunca uzanan Cushman Row. Aynı zamanda Greenwich Tasarruf Bankası’nı da kuran Cushman, Chelsea’nin gelişiminde Clement Moore ve James N. Wells ile birlikte önemli rol oynamış.

Zengin detaylara sahip karmaşık dökme demir işçiliğiyle dikkat çeken Cushman Row, Washington Square North ile birlikte New York’taki en iyi Yunan Rönesans mimarisi örneklerinden biri sayılıyor. Özellikle çatı katı pencerelerini çevreleyen dökme demir çelenkler ve iki evin girişinde yer alan ananas figürleri, geleneksel misafirperverlik sembolleri olarak hâlâ anlam taşıyor.

Ayrıca Batı 20. Cadde üzerinde 446–450 numaralar arasında, Chelsea’nin meşhur olduğu İtalyan mimarisi tarzında yapılmış evlere rastlamak mümkün.

Chelsea’nin belki de en bilinen noktası, geçmişiyle bugünü mükemmel şekilde harmanlayan Chelsea Market. Oreo bisküvisinin ilk üretildiği yer olan National Biscuit Company (Nabisco) binası, bugün alışveriş, yeme-içme ve medya dünyasının bir araya geldiği canlı bir çarşıya dönüşmüş durumda.

Dışarıdan bakıldığında sade bir endüstriyel yapı gibi görünse de, içeri adım attığınız anda tarihe dokunan bir modernlik hissi sarıyor sizi. Binanın özgün yapısı korunarak içine butik yiyecek reyonları, alışveriş alanları, ofisler ve hatta bazı televizyon kanalları yerleştirilmiş. Gerçekten de geçmişe saygı gösterilerek modern çağa nasıl uyum sağlanır, bunun en güzel örneklerinden biri.

Broadway müzikali New York’un olmazsa olmaz aktivitelerinden. Her yerde gördüğünüz afişlerden sonra siz de mutlaka birine gitmek isteyeceksiniz. Şu aralar Book of Mormon ve Wicked en çok izlenenlerden. Bunlara gitmek isterseniz kişi başı 160-195 dolar ödemeniz gerekiyor. Gitmeden çok önce bakmama rağmen daha ucuzunu bulamadım.

İlla bir Broadway şovu olsun ama çok pahalı olmasın derseniz New York’un çeşitli yerlerinde hizmet veren TKTS gişelerine uğrayın. Burada daha az popüler şovların biletleri %50 indirimli satılıyor fakat aldığınız bilet o güne ait olmak zorunda. İleri bir tarihe bilet almanız mümkün değil. Diğer bir yöntemde benim Chicago ve Phantom of the Opera müzikalini en önden seyretmeme neden olan yöntem Rush Ticket. Bunun için tiyatro önünde oyun başlamadan yarım saat önce gidiniz. Rush Ticket istediğinizi gişe görevlisine belirtiniz. Gişe görevlisi gelmeyen kişilerin biletlerini son 15 dakika kala size %50 fiyatına satmakta ve hatta şanslıysanız en önden de seyredebilirsiniz.

Bu kez, uzun zamandır izlemek istediğim The Great Gatsby müzikalini izleme fırsatı buldum. Bu defa biletimi önceden ve normal fiyatla aldım. Fiyatlar şova ve oturma düzenine göre değişiyor; 100 ila 300 dolar arasında değişkenlik gösteriyor.

Ne diyebilirim… Muhteşem Gatsby gerçekten adı gibi muhteşemdi! Zaten hem romanı hem filmiyle dünya çapında bir başyapıt olan bu hikâyenin sahneye aktarımı da tek kelimeyle büyüleyiciydi. Oyunculuklar, müzikler, koreografi, kostümler, sahne tasarımı… Her şey kusursuzdu. Gösteriden sonra bir süre kendinize gelemiyor, gerçek dünyaya dönmek istemiyorsunuz.

Eğer New York’a geliyorsanız, en azından bir Broadway gösterisi izlemeyi planlarınıza mutlaka ekleyin. Hangi şov olursa olsun, unutulmaz bir deneyim yaşayacağınız garanti.

New York’un “Village” olarak bilinen Greenwich bölgesi, 1800’lerde küçük bir köy olarak doğmuş. Şehrin geri kalanındaki düzenli, 90 derece açıyla kesişen sokakların aksine burada sokaklar daha kıvrımlı, karmaşık ve renkli binalarla dolu. Sanki şehrin içinde sakin, yerleşim alanı gibi, ama aynı zamanda her köşe başında şık butik mağazalar ve canlı dükkanlar mevcut. Eğer New York’ta bohem ve sanatsal bir hayat arıyorsanız, burası kesinlikle o hayatın kalbinin attığı yerlerden biri

Popüler kültürde de Village’ın izleri var:

•Friends dizisindeki ikonik apartman (90 Bedford Street, Grove Street köşesi),

•Sex and the City’de Carrie Bradshaw’un tek odalı stüdyo evi (66 Perry Street),

•The Cosby Show’daki Huxtable ailesinin evi (10 St. Luke’s Place; dizi Brooklyn’de geçse de),

•Audrey Hepburn’ün kör bir kadını canlandırdığı Wait Until Dark filminin çekildiği bina,

•Ünlü yazarlar ve sanatçılar Theodore Dreiser, Marianne Moore, Eugene O’Neill ve aktör Dustin Hoffman gibi isimlerin de evi olmuş bu dar sokaklar.

Bölgede ayrıca Magnolia Bakery gibi ünlü bir tatlıcı da bulunuyor; buranın cupcake’leri çok meşhur.

West Village, Greenwich Village’ın bir parçası olarak ayrı bir cazibe merkezi. Burada büyüleyici sıra evler, gizli sokaklar ve yemyeşil avlular bulunuyor. Gece geç saatlere kadar açık kahvehaneler, kafeler, deneysel tiyatrolar ve caz kulüpleriyle dolu. Aynı zamanda çok sayıda tasarımcı ve butik mağaza da West Village’ın karakteristik özelliklerinden.

Sanat, müzik ve tarih kokan bu bölgede gezinmek, New York’un farklı ve özgün yüzünü görmek isteyenler için mutlaka yapılması gerekenler arasında yer alıyor.

Buranın en değerli simgesi olan “Yaşlı Jeff”, 1950’lerdeki bir kampanya sayesinde yıkımdan kurtarılmış ve günümüzde New York Halk Kütüphanesi’nin bir şubesi olarak hizmet veriyor.

Alan, 1833 yılında eski Başkan Thomas Jefferson’ın adını taşıyan bir pazaryeri olarak kullanılmaya başlanmış. O dönemde, yangın gözetleme kulesindeki dev çan, mahalledeki gönüllü itfaiyecileri uyarıyordu. 1865’te belediye itfaiye teşkilatının kurulmasıyla birlikte çanın işlevi sona ermiş, yerine Jefferson Pazarı Adliyesi yapılmış.

Zamanla pazar taşınmış, mahkeme oturumları sona ermiş, kuledeki saat durmuş ve bina kaderine terk edilmiş. 1950’lerde önce saat, ardından da tüm bina için başlatılan kampanyayla restorasyon çalışmaları başlamış. Mimar Giorgio Cavaglieri, vitraylar ve zindan benzeri referans odasına çıkan spiral merdiven gibi orijinal detayları titizlikle koruyarak yapıyı yeniden kazandırmış.

Venedik Gotik tarzındaki kuleleri ve etkileyici mimarisiyle bina, 1877’de açıldığında ülkenin en güzel 10 yapısından biri seçilmişti.

Greenwich Village’ın kuzeyinde yer alan NoHo, adını “North of Houston Street” yani “Houston Caddesi’nin Kuzeyi” ifadesinin kısaltmasından alıyor. Bu havalı bölge, sadece mimarisiyle ya da atmosferiyle değil, aynı zamanda Amerika’nın en büyük özel üniversitesi olan NYU’ya (New York University) ev sahipliği yapmasıyla da biliniyor.

1831 yılında, o dönemler oldukça muhafazakâr sayılan Episkopal Columbia Üniversitesi’ne alternatif olarak kurulan NYU, New York Üniversitesi Şehri Üniversitesi adıyla yola çıktı. Günümüzde kampüsü, Washington Square Park çevresindeki bloklara yayılmış durumda.

Üniversitenin ilk binasının yapımı, ilginç bir tarihî olaya da sahne olmuş: 1833’te, inşaatta eyalet hapishanesindeki mahkumların taş kesiminde kullanılması, “Taş Kesiciler Loncası İsyanı”nı tetiklemiş. O bina artık yerinde değil, ancak Washington Square South’taki kaldırımda, orijinal kulenin bir parçasını görebileceğiniz küçük bir anıt bulunuyor.

NYU aynı zamanda birçok önemli icadın doğum yeri: Samuel Morse’un telgrafı, John W. Draper’ın ilk fotoğrafik portresi ve Samuel Colt’un altıpatlar tabancası burada geliştirildi.

Bölgedeki en çarpıcı tarihî olaylardan biri ise, Greene Street’e yakın Washington Place’de bulunan Triangle Shirtwaist Company binasında yaşandı. 1911’de çıkan yangında 146 fabrika işçisi hayatını kaybetti. Bu trajik olay, ABD’deki yangın güvenliği ve iş kanunlarının yeniden düzenlenmesinde dönüm noktası oldu. Bugün bu bina “Brown Building” olarak biliniyor.

University Village’da ise Picasso’nun “Sylvette” adlı büstünün 11 metrelik dev bir heykel versiyonu yer alıyor; bölgeye çağdaş bir sanat dokunuşu katıyor.

Washington Square Park’ın köşesindeki Starbucks’tan kahvemizi alıp, kızımızın NYU tanıtım turundan dönmesini beklerken havuz kenarında keyif yapıyoruz. Burası NYU kampüslerine yakınlığı nedeniyle öğrencilerin sıkça takıldığı, şehrin en canlı açık alanlarından biri.

Ama bugünkü neşeli atmosferine bakıp da buranın geçmişini tahmin etmek pek mümkün değil.

Washington Meydanı, bir zamanlar sessizce akan Minetta Deresi’nin geçtiği bataklık bir alandı. 1700’lerin sonunda bölge halk mezarlığına dönüştürüldü ve park çalışmaları sırasında yaklaşık 10.000 iskelet kalıntısı çıkarıldı. Burası bir dönem düello alanı, ardından da 1819’a kadar halka açık idamlar için kullanılan bir yer hâline geldi. Kuzeybatı köşesindeki “askılı karaağaç” hâlâ yerinde duruyor.

1826’da bataklık doldurularak derenin akışı yer altına alındı. Two Fifth Avenue girişinde, bir çeşmenin üzerindeki küçük tabela Minetta Deresi’nin yer altındaki yolunu gösteriyor.

Parkın ikonik yapısı olan görkemli mermer kemer, mimar Stanford White tarafından 1895’te tamamlandı. George Washington’ın başkan oluşunun 100. yılı anısına dikilen bu yapı, daha önce Beşinci Cadde’yi süsleyen ahşap bir kemerin yerini aldı. İlginçtir ki kemerin sağ tarafında gizli bir merdiven bulunuyor.

1916’da ise bu kemer, adeta bir sanat manifestosunun sahnesi oldu. Marcel Duchamp ve John Sloan öncülüğündeki bir grup sanatçı gizlice kemerin tepesine tırmanarak “Washington Meydanı’nın özgür ve bağımsız cumhuriyeti, Yeni Bohemya eyaleti”ni ilan ettiler.

Bugün hâlâ o bohem ruhu burada hissetmemek imkânsız.

SoHo adını bulunduğu konumdan, yani South of Houston Street’ten alıyor. Tribeca ise Triangle Below Canal Street kısaltması; haritaya baktığınızda bu bölgenin gerçekten üçgen şeklinde olduğunu görebilirsiniz.

Ulaşım, yeme-içme, eğlence ve alışveriş gibi pek çok ihtiyaca birinci sınıf hizmet sunan SoHo, yüksek gökdelenlerin aksine daha sakin, daha samimi ve karakterli bir bölge. Eski küçük atölye ve dükkanların dönüştürüldüğü vintage mağazalar, son derece şık ve orijinal sunumlarıyla hizmet veriyor. Bölgede yer alan dökme demir binalar ve onlara has yangın merdivenleri ise SoHo’nun en ayırt edici mimari öğeleri arasında.

SoHo’nun cazibesi zamanla kiraları da yükseltince, yaratıcı ruhun bir kısmı TriBeCa’ya taşınmış. “Triangle Below Canal Street”in kısaltması olan Tribeca, şimdilerde prestijli sanat galerileri ve restoranlarıyla dikkat çekiyor.

Bölgenin kalbi, 1869 ile 1895 yılları arasında inşa edilmiş 50 binanın yer aldığı beş Arnavut kaldırımlı bloktan oluşan Greene Caddesi. Bu binaların karmaşık cepheleri bir dökümhanede seri üretimle yapılsa da her biri kendi başına endüstriyel bir sanat eseri.

SoHo’da mutlaka görülmesi gereken sokaklar arasında Greene, Mercer, Broome, Spring, Prince ve Broadway var.

Özellikle West Broadway, çarpıcı mimarileri ve Charles Cowles, Hirsch & Adler, Sonnabend, Leo Castelli ve Mary Boone gibi prestijli sanat galerileriyle dikkat çekiyor.

Ayrıca Prince Street üzerinde yer alan, 1904’te inşa edilen ve 1950’lerde modern metal-cam cephelerin öncüsü sayılan Singer Dikiş Makinesi Şirketi’nin 12 katlı binası da görülmeye değer. Bina, terra-cotta cephesi, zarif ferforje balkonları ve çarpıcı koyu yeşil rengiyle hâlâ göz alıcı. Cam, çelik ve pişmiş toprak malzemenin birleşimi, döneminin çok ötesinde bir estetik anlayışı sunuyor.

New York’un Lower East Side bölgesi, kültürlerin iç içe geçtiği, tarih ve lezzetle yoğrulmuş iki önemli mahalleye ev sahipliği yapıyor: Chinatown ve Little Italy.

20.yüzyılın başlarında Chinatown, öncelikle Kaliforniya’ya göç eden Çinli erkek işçilerden oluşan bir topluluktu. Bu işçiler, Amerikan göçmenlik yasaları nedeniyle eşlerini ve ailelerini yanlarına alamıyor, kazandıkları parayı Çin’deki ailelerine gönderiyorlardı.

Topluluk, o dönem New York’un geri kalanından büyük ölçüde izoleydi ve Tong adı verilen gizli Çinli örgütler tarafından finanse edilip yönetiliyordu. On Leong ve Hip Sing gibi çeteler arasındaki güç mücadelesi mahallede yıllarca süren çatışmalara yol açtı. Ancak 1933 yılında bu iki grup arasında imzalanan bir ateşkes anlaşması, Chinatown’a nihayet barış getirdi.

1940’lardan itibaren Hong Kong’dan gelen göçmenlerin etkisiyle mahalle daha da büyüdü. Bugün burada 80.000’den fazla Çin kökenli Amerikalı yaşıyor. Çin Mahallesi’ne adım attığınızda tüm tabelaların Çince olduğunu göreceksiniz — adeta bir ülke içinde başka bir ülke.

Çoğu kişi Chinatown’a sadece Çin mutfağının eşsiz tatlarını deneyimlemek için geliyor; ama mahalle sadece yemekle sınırlı değil. Galeriler, antikacılar, hediyelik eşya dükkânları ve yıl boyunca düzenlenen Doğu kültürüne özgü festivaller, burayı tam anlamıyla bir kültürel cazibe merkezi haline getiriyor.

Chinatown’un ana damarı sayılan Mott Street, bölgenin kültürel ve gastronomik kalbidir. Bu cadde boyunca uzanan dükkânlar, tapınaklar, marketler ve elbette ki restoranlar adeta sizi Çin’e ışınlıyor gibi.

Mott Street üzerinde 200’den fazla Çin restoranı bulunuyor. Buraya kadar gelip de Çin mutfağının tadına bakmamak olmazdı tabii ki. Biz de caddenin renkli kalabalığı arasında kendimizi cezbedici kokulara bıraktık ve bunlardan birinde yemek yedik.

Chinatown’dan Midtown’a yürürken Little Italy’ye uğramamak olmaz.

19. yüzyılın sonlarına doğru New York’a gelen Güney İtalyan göçmenleri, kendilerini “halter” adı verilen, daracık, iç içe geçmiş apartmanlarda yaşam mücadelesi verirken bulmuşlardı. Bu binalar o kadar sıkışık inşa edilmişti ki, alt katlardaki pencerelere ya da arka bahçelere güneş ışığı hiç ulaşmıyordu. Sadece 17 küçük blokta 40.000’den fazla insan yaşıyor, tüberküloz gibi salgın hastalıklar kol geziyordu.

Aşağı Doğu Yakası’nın zorlu yaşam koşullarına rağmen, göçmenler özellikle Mulberry Caddesi çevresinde bir araya gelerek, memleketlerinden getirdikleri renkleri, kokuları, sesleri ve tatları bu mahalleye taşımayı başardılar. Bugünkü Little Italy, işte bu azmin ve aidiyet duygusunun bir ürünü olarak doğdu.

Mahalle, bugün hâlâ İtalyan kültürünü yaşatan restoranları, ev yapımı makarnaları, tiramisuları ve şaraplarıyla adeta küçük bir İtalya. Sokaklarda gezinen insanların sıcaklığı, pencere önlerindeki çiçekler, İtalyanca tabelalar ve nostaljik dükkanlar her köşede geçmişe selam çakıyor.

İsterseniz, 1972’de mafya babası Joey Gallo’nun vurulduğu efsanevi restoran Umberto’s Clam House’a uğrayarak, İtalyan usulü deniz ürünlerinin tadına bakabilirsiniz.

Bir zamanlar yelkenlilerle, denizcilerle, gemi kornaları ve balıkçı bağırışlarıyla dolu olan bu liman bölgesi, bugün New York’un geçmişle bugünü buluşturan en özel köşelerinden biri. 19. yüzyılın liman kalbi, artık mağazalar, kafeler, müzeler, gemi turları ve nehir gezileriyle dolup taşan, canlı bir sosyal alana dönüşmüş durumda.

Fulton Caddesi üzerinde yer alan Titanik Anıtı, 1913 yılında Titanic faciasında yaşamını yitirenler anısına inşa edilmiş bir deniz feneri. Sessizce ayakta dururken bile, bir dönemin hüznünü fısıldıyor.

Yakınlardaki Cannon’s Walk, 19. ve 20. yüzyıldan kalma binaların çevrelediği, açık hava kafeleri, mağazaları ve pazarlarıyla oldukça hareketli, tarihi bir avlu. Günümüzde hâlâ o eski taşların üzerinde yürürken zamanın yavaşladığını hissediyorsunuz.

Schermerhorn Row üzerindeki 1811-1813 tarihli depolar, artık North Star Pub ve Sloppy Louie’s gibi restoranlara ev sahipliği yapıyor. Eskiden ambar olan yerlerde şimdi deniz esintisi eşliğinde bir şeyler içmek mümkün.

Meraklıları için Tekne Yapım Atölyesi, gerçek bir ustalık sergisi. Zanaatkârlar burada hâlâ küçük ahşap tekneler yapıyor ya da eski yelkenlileri onarıyorlar. Hemen yakınındaki Denizcilik El Sanatları Merkezi’nde ise oymacılar, ressamlar; gemi başı figürleri ve maketler üzerinde çalışırken görülebiliyor – tam anlamıyla yaşayan bir müze!

The Pilothouse, 1923 yılında New York Central tarafından inşa edilen eski bir buharlı römorkörün kalıntısı. Hemen yanında, Andrew Fletcher adlı paddlewheeler ile nehir gezileri yapılabiliyor. Dilerseniz tarihi Pioneer yelkenlisi ya da geleneksel De Witt Clinton vapuru ile de yelken açmak mümkün.

Yüz elli yılı aşkın süredir bu bölgede faaliyet gösteren Fulton Balık Pazarı, deniz ürünleri tarihinin kalbi niteliğinde. Bu pazarın kokusu, gürültüsü ve enerjisi yıllar içinde South Street Seaport’un ayrılmaz bir parçası olmuş.

Ve son olarak, Pier 17… Üç katlı mağazalar, restoranlar ve yiyecek tezgâhlarıyla dolu bu iskelede, Brooklyn Köprüsü’nün ve tarihi gemilerin manzarası eşliğinde, gün batımında bir şeyler içmek, bu büyülü atmosferin tadını çıkarmak için en doğru nokta.

John A. Roebling tarafından tasarlanan ve 24 Mayıs 1883’te hizmete açılan Brooklyn Köprüsü, East River üzerinde Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlamaktadır. Köprünün üst kısmı araç trafiğine, alt kısmı ise yaya geçişine ayrılmıştır.

Köprünün yapımına 3 Ocak 1870’te başlanmış ve inşası 13 yılda tamamlanmıştır. Tamamlandığında dünyanın en uzun asma köprüsü unvanını taşıyordu. Köprünün kuleleri ise bir süreliğine Amerika Birleşik Devletleri’nin en yüksek yapıları olmuştur.

Köprü, tel üretiminden destek ayaklarının nehre yerleştirilmesine kadar, dönemin en yeni teknikleri kullanılarak inşa edilmiştir.

Her biri 84 metre uzunluğunda olan iki Gotik tarzda çift kemer, biri Brooklyn’de diğeri Manhattan’da olmak üzere, şehirlerin giriş kapıları olarak tasarlanmıştır.

1876 yılında usta tamirci E. F. Farrington, yapımı süren köprüden nehri geçen ilk kişi olmuştur. Buharla çalışan bir halat sistemi kullanarak gerçekleştirdiği yolculuk 22 dakika sürmüştür.

Robert Odlum ise Mayıs 1885’te bir bahis uğruna köprüden atlayan ilk kişi olmuş, ancak daha sonra iç kanamadan hayatını kaybetmiştir.

Bugün köprünün bir bölümü yaya ve bisiklet geçişine ayrılmıştır. Toplam uzunluğu 1.834 metredir. Köprü üzerinde yürüyebilir ve fotoğraf çekebilirsiniz.

Brooklyn Köprüsü’nü geçip Brooklyn tarafına ulaştığınızda karşınıza çıkan DUMBO (açılımıyla Down Under the Manhattan Bridge Overpass), New York’un en büyüleyici mahallelerinden biridir. İsmi kulağa biraz esprili ve tuhaf gelse de burası, şehrin modern sanat ve kültür merkezlerinden biri olarak parıldıyor.

DUMBO’nun en ikonik fotoğraf noktası, Washington Street ile Water Street’in kesiştiği köşedir. Buradan Manhattan Köprüsü’nün görkemli yapısı tam karşınızda yükselir ve bu manzara, Martin Scorsese’nin efsane filmi Once Upon a Time in America’nın afişinde kullanılmıştır. Bu yüzden burası fotoğraf meraklılarının ve turistlerin olmazsa olmaz uğrak yeridir.

Eski endüstriyel binaların şık loftlara dönüştüğü DUMBO, sanat galerileri, tasarım butikleri, kahve dükkanları ve nehir kenarında yürüyüş yollarıyla dolu. Burada Brooklyn Köprüsü’nün altından geçerken, hem Manhattan’ın göz alıcı silüetini izleyebilir hem de New York’un farklı, sakin ve sanatsal yüzünü keşfedebilirsiniz.

Fransa’nın Amerika’ya hediyesi olan Özgürlük Heykeli (Statue of Liberty), hem Amerika’nın hem de New York’un en önemli simgelerinden biri.

ABD’nin 1886 yılından günümüze değin simgesi haline gelmiş olan Özgürlük Heykeli, dünyanın en görkemli yapıtlarının başında geliyor. ABD’nin kuruluşunun 100. yılı sebebiyetiyle Fransa tarafından hediye edilmiş olan yapıt, Liberty Adası‘nın olduğu bölgede yer alıyor.

Bugün mavi renkte görsek de, aslında ilk yapıldığında kızıl renkteymiş. Özgürlük Heykeli’ni görebileceğiniz feribotlara binmek için Whitehall Terminal’a gitmeniz gerekiyor. İskeleye geldiğinizde, bir sürü tur şirketi Liberty Island turu satmaya çalışacak. Özgürlük Heykeli Liberty Island üzerinde bulunuyor. Dilerseniz 18-20 dolara satılan bu turları satın alıp adaya gidebilirsiniz. Veya bizim gibi New York City kart satın almadınız ise ve Özgürlük Heykeli’ni görmek isterseniz size hiç para ödemeden görebileceğiniz yolu söyleyeyim. South Ferry’den ücretsiz olarak Staten Island’a yarım saatte bir kalkan feribotlar var. Bu feribota binerek Staten Island’a geçerken, feribotun sağ tarafında durursanız görebilirsiniz.

Kaidesi ile birlikte 93 metreye yükselen bakır heykelin sağ elinde bir meşale, sol elinde de bir hitabe bulunuyor. Heykelin en tepesi olan başındaki taca kadar çıkıp gezebilirsiniz. 168 basamaklı merdiveni çıkmanız gerek. Ancak o kısma ulaşmak biraz zor. Çok merdiven çıkmanız gerekiyor ve yukarı çıktıkça sıkışmaya başlıyorsunuz. Vazgeçtim geri döneceğim deme şansınız da yok. Biz 2000 senesinde çıkmıştık, tekrar çıkmayı göze alamadık.

New York City’nin Hudson Nehri ağzında bulunan Ellis Adası, Amerika’nın en önemli tarihî noktalarından biridir. 1892 ile 1954 yılları arasında, yaklaşık 17 milyon göçmenin Amerika’ya giriş kapısı olarak hizmet vermiştir. ABD nüfusunun yarısının kökleri Ellis Adası’ndan geçmiştir.

O dönemde Amerika’ya gelen göçmenler, ilk olarak burada sağlık ve güvenlik kontrollerinden geçer, sonra yeni hayatlarına başlamadan önce ada üzerinden ülkeye giriş yaparlardı. Böylece Ellis Adası, ülkenin göçmen deposu ve umut kapısı olmuştur.

Bugün ada, Through America’s Gate ve People of America gibi önemli sergilerle ziyaretçilerini ağırlayan ulusal bir müzeye dönüştürülmüştür. Amerika’nın çok kültürlü yapısını ve göçmenlerin yaşam öykülerini bu müzede keşfedebilirsiniz.

Ellis Adası’na nasıl gidilir?

New York’tan kalkan feribotlarla adaya rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Feribotlar genellikle Özgürlük Heykeli turuyla birlikte düzenlenir.

Manhattan Adası, Algonquian Kızılderilileri’nden sadece 24 dolar değerinde boncuk ve çeşitli eşyalar karşılığında satın alınmıştır. İşte New York’un doğduğu yer burasıdır. Tarih boyunca Amerika’nın en önemli merkezlerinden biri olmuş ve ülkenin ilk başkentine ev sahipliği yapmıştır.

New York’un finansal kalbi olan Financial District, Manhattan’ın güney ucunda yer alır. Burası Wall Street’in merkezi, Federal Rezerv Bankası’nın bulunduğu yer ve Dünya Ticaret Merkezi’nin anıtsal yapıları ile ünlüdür. Ayrıca, New York Borsası (NYSE) burada bulunur ve küresel finans dünyasının nabzı bu bölgede atar.

Financial District, sadece iş dünyasının değil, aynı zamanda şehrin tarihine ve kültürüne tanıklık eden önemli bir semttir.

New York’un “Aşağı Manhattan” olarak bilinen bu bölgesi, şehrin finans merkezi olan Financial District‘tir. Burası, ülkenin en büyük finans kuruluşlarının bir araya geldiği, Wall Street’in kalbinin attığı yerdir.

Refah dönemlerinde, kısa sürede zengin olmanın sembolü haline gelen bölge; 1929’daki büyük borsa çöküşünden sonra ekonomiyi sarsacak güce ulaşan vurguncuların kalesi olarak anılmaya başlanmıştır.

Bugün Financial District, modern gökdelenlerin gölgesinde geçmişin izlerini taşıyan simge yapılarla doludur.

•Wall Street, sadece bir cadde değil, aynı zamanda küresel finansın simgesidir.

•New York Stock Exchange (NYSE) yani New York Borsası, bu bölgede yer alır ve dünyanın en büyük sermaye piyasasıdır.

•Ve elbette, yatırım dünyasının gücünü ve hırsını simgeleyen bronz “Charging Bull” (Hücum Eden Boğa) heykeli, Financial District’in olmazsa olmaz duraklarından biridir.

New York Menkul Kıymetler Borsası binasının hemen önünde, cesurca ellerini beline koymuş küçük bir kız çocuğu heykeli dikkat çeker. Bu heykel, “Fearless Girl” (Korkusuz Kız) olarak adlandırılmış ve iş dünyasındaki cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekmek amacıyla 2017 yılında yerleştirilmiştir. Başlangıçta “Charging Bull” heykelinin karşısına dikilmişti; erkek egemen finans dünyasına karşı duran genç bir kadını simgeliyordu. Bugün Borsa binası önünde durarak güçlü bir mesaj vermeye devam ediyor.

Bu yoğun bölgedeyken kısa ama keyifli bir yemek molası vermek isterseniz, Joe’s Pizza’ya uğrayabilirsiniz. İncecik, çıtır hamuruyla New York usulü bir dilim pizza ve buz gibi bir kola; şehir turunun ortasında ideal bir enerji kaynağı.

Wall Street karşısındaki bu yapıda dimdik duran bronz George Washington heykeli, yalnızca bir anıt değil, Amerikan tarihinin sembollerinden biridir. Bu nokta, ülkenin ilk başkanı George Washington’ın 30 Nisan 1789’da yemin ettiği yer olarak tarihe geçmiştir.

Bugün görülen görkemli Federal Hall binası, aslında 1834-1842 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri Gümrük Binası olarak inşa edilmiştir. Yapının etkileyici sütunları ve kubbeli salonu, şehrin en zarif klasik mimari örneklerinden biri olarak kabul edilir.

Binanın iç kısmında yer alan Rotunda ve dışındaki sergi odaları, ABD Anayasası, Haklar Bildirgesi ve Amerikan demokrasisinin temelleri hakkında etkileyici bilgiler sunar. Etkileşimli bilgisayar sergileri, ziyaretçilere hem eğitici hem de tarihi bir deneyim yaşatır.

Financial District’te Whitehall Street boyunca ilerlediğinizde, kalabalığın toplandığı noktada karşınıza meşhur “Charging Bull”, yani Wall Street Boğa Heykeli çıkar. Bu heykel sadece turistlerin fotoğraf çekilmek için yarıştığı bir nokta değil; aynı zamanda finans dünyasının ruhunu simgeleyen güçlü bir semboldür.

“Boğa piyasası” (bull market), ekonomide geleceğe dair iyimser beklentileri temsil eder. Boğalar, piyasanın yükseleceğine inanır; ellerinde yeterli para olmasa da borçla yatırım yapar, hisse senetlerini yükselmeden önce alır ve değer kazanınca satarlar. Bu kavramın temelinde, boğaların saldırırken boynuzlarını yukarı kaldırmaları yatar — tıpkı yükselen piyasa gibi.

Bu nedenle, Wall Street’in kalbinde yer alan Boğa Heykeli, borsa yükselişine ve yatırımcının iyimserliğine dair simgesel bir anlam taşır. Heykelin karşıtı olan “ayı piyasası” ise düşüş beklentisini temsil eder; ayılar saldırırken pençelerini aşağı indirir, bu da düşen piyasa eğilimini anlatır.

1926 yılında tamamlanan New York County Courthouse, adaletin sadece işlevsel değil, aynı zamanda estetik bir yüzü de olduğunu hatırlatan çarpıcı bir yapıdır. Geniş bir merdivenin tepesine kurulmuş olan bu altıgen bina, yivli Korint sütunlarıyla bezeli revakı, sade ama güçlü dış cephesi ve iç mekânda yer alan Tiffany aydınlatmalarıyla göz kamaştırır.

Binanın merkezindeki daire biçimli rotunda, İtalyan sanatçı Attilio Pusterla’nın hukuk ve adalet temalı tavan freskleri ve mermer panolarıyla süslenmiştir. Bu rotundadan yayılan altı ayrı kanat, her biri bir mahkeme salonunu ve yardımcı tesislerini barındırır. Mimari planı, adaletin düzenini ve çok yönlülüğünü simgeler.

Adli mimarinin simgesi haline gelen bu bina, sadece hukuk dünyasının değil, sinema tarihinin de unutulmaz mekânlarından biri olmuştur. Henry Fonda’nın başrolünü oynadığı efsanevi film “Twelve Angry Men” (12 Kızgın Adam) burada çekilmiştir. Bu film, adaletin vicdanla birleştiği zaman ne denli dönüştürücü olabileceğini etkileyici bir biçimde gözler önüne serer.

1914 yılında inşa edilen New York Municipal Building, kentin Civic Center bölgesine hâkim konumuyla, sadece mimari ihtişamıyla değil, şehrin yönetimsel kimliğini temsil etmesiyle de öne çıkar. Chambers Caddesi üzerindeki bu görkemli yapı, ünlü mimarlık firması McKim, Mead & White tarafından tasarlanan ilk gökdelen olma özelliğini taşır. Günümüzde çeşitli devlet dairelerine ve hala faal olan bir evlilik şapeline ev sahipliği yapmaktadır. Birçok New Yorklu için nikâh kıyılan yerdir burası; dolayısıyla romantik anıların da mekânıdır.

Bina, New York Belediye Binası (City Hall) ile estetik bir uyum içinde olacak şekilde planlanmıştır. Ancak onu en özel kılan unsur, tepesinde yükselen kule yapısı ve o kulenin zirvesindeki “Civic Fame” (Sivil Şan) heykelidir. Heykeltıraş Adolph Alexander Weinman tarafından yaratılan bu bronz figür, şehre hizmet edenlerin onuruna yükseltilmiş, zafer ve onurun alegorik bir simgesidir. 8 metre yüksekliğindeki bu heykel, New York’un Özgürlük Heykeli’nden sonraki en büyük heykellerinden biri olma unvanına da sahiptir.

İlginç bir bilgi olarak: Moskova Devlet Üniversitesi’nin ana binasının tasarımının bu yapıdan ilham aldığı söylenir. Bu da Municipal Building’in, sadece Amerika’da değil, dünyada da klasik gökdelen mimarisine ilham veren öncülerden biri olduğunu gösterir.

United States Courthouse, yani ABD Adalet Sarayı, sadece yasal bir yapı değil, aynı zamanda Amerikan mimarisinin bir anıtı olarak kabul edilir. Ünlü mimar Cass Gilbert’in Woolworth Binası’ndan sonraki son büyük eseri olan bu yapı, onun mimarlık kariyerinin zirvesini simgeler. Ne yazık ki Gilbert, yapımına 1933 yılında başlanan bu binanın tamamlanmasını görememiş; bina ölümünden bir yıl sonra, oğlu Cass Gilbert Jr. tarafından tamamlanmıştır.

31 katlı devasa yapı, klasik mimarideki bir tapınak kaidesi üzerine yükselen, piramit tepeli bir kule formundadır. Bu mimari yaklaşım, adaleti kutsal bir ilke olarak yücelten bir mesaj taşır. Bina, Beaux-Arts ve Neo-Klasik stillerin güçlü bir sentezidir.

Özellikle girişteki bronz kapılar, detaylı işçiliği ve sembolik figürleriyle dikkat çeker. Bu kapılar sadece estetik değil, aynı zamanda adaletin gücünü ve kararlılığını temsil eder. Yapının her detayı, hukuk sistemine olan derin saygıyı ve Amerikan idealizmini yansıtır.

Woolworth, alışveriş yapanların satılan ürünleri görüp dokunabildiği ve her şeyin beş sente satıldığı yeni bir mağaza türü açtı. Ardından gelen mağaza zinciri ona bir servet kazandırdı ve perakendeciliğin çehresini sonsuza dek değiştirdi.

1913'te tamamlanan perakende imparatorluğunun Gotik merkez binası, 1930'a kadar New York'un en yüksek binası oldu.

Bina, mimar Cass Gilbert tarafından Neo-Gotik tarzda tasarlanmış ve o dönemin katedrallerine benzetilerek “Commerce Katedrali” (Cathedral of Commerce) olarak anılmıştır.

Yarasa figürleri, gargoyllar, vahşi hayvan motifleri ve yüksekçe uzanan kuleler binanın dış cephesini süsler.

Piramit çatı, uçan payandalar ve dört küçük kule ile taçlandırılan yapı, göğe uzanma arzusunu simgeler.

İç mekân: Mermer zeminler, filigran süslemeler, kabartmalar, altın varaklı detaylar ve cam karo mozaik tavan ile adeta bir saray atmosferi taşır

Gilbert, mağazanın kurucusu F.W. Woolworth'un servetini bozuk paralarla saydığı, emlakçının anlaşmayı kapattığı ve Cass Gilbert'in binanın büyük bir maketini kucağında tuttuğu kabartma karikatürlerle mizah anlayışını burada da ortaya koymuş. 13,5 milyon dolar nakitle ödenen binada Woolworth şirketi hâlâ bulunmaktadır.

Wall Street’in finansal karmaşası ve gökdelenlerinin arasında, sessiz ama bir o kadar da görkemli şekilde yükselen Trinity Kilisesi, adeta geçmişin bugüne bıraktığı bir zamansız tanık gibidir. 1697 yılında kurulan bu kilise, Amerika’daki en eski Anglikan cemaatlerinden birine ev sahipliği yapar.

Ancak bugün gördüğümüz yapı, bu kutsal alan üzerinde inşa edilen üçüncü kilisedir. İlk kilise 1698’de tamamlanmış, 1776’daki Büyük Yangın’da yok olmuş, ikincisi ise yapısal zayıflık nedeniyle yıkılmıştır.

Mevcut yapı, 1846 yılında Richard Upjohn tarafından tasarlanmış ve Gotik Uyanış mimarisinin Amerika’daki en başarılı örneklerinden biri olarak kabul edilmiştir. Yüksek sivri kemerler, zarif vitraylar ve kule yapısı, binaya hem mistik bir hava hem de zamanına göre olağanüstü bir anıtsallık kazandırmıştır. İnşa edildiği dönemde, Trinity Kilisesi’nin çan kulesi New York’un en yüksek noktasıydı – yaklaşık 86 metre.

Ana girişteki pirinç oyma kapılar, Amerikalı mimar Richard Morris Hunt tarafından tasarlanmış ve Floransa’daki Ghiberti’nin “Cennet Kapıları”ndan esinlenilmiştir. Her bir detayda incelikli bir inanç, zanaatkârlık ve tarihsel gönderme saklıdır.

Kilise arazisindeki mezarlıkta: Alexander Hamilton (ABD’nin ilk Hazine Bakanı ve kurucu babalardan biri), Eliza Hamilton (eşi), Francis Lewis (Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayanlardan) gibi önemli kişilikler yatmaktadır.

11 Eylül saldırılarının ardından tam 13 yıl sonra, dünya yeniden başını kaldırıp bakabileceği bir yapı kazandı: One World Trade Center.

541 metre yüksekliğiyle yalnızca Amerika’nın en yüksek, aynı zamanda da dünyanın yedinci en uzun gökdeleni olan bu anıtsal yapı, özgürlük ve yeniden doğuşun simgesi olarak inşa edildi. New York’un siluetini yeniden tanımlayan bu gökdelen, halk arasında Özgürlük Kulesi (Freedom Tower) olarak da anılır.

İnşası 8 yıl süren bu mühendislik harikası, yalnızca devasa bir ofis binası değil, aynı zamanda hafızalara kazınmış bir direniş alanıdır.

Gökdelenin 100 ila 102. katları arasında yer alan One World Observatory, ziyaretçilerine 360 derecelik panoramik New York manzarası sunar. Adeta gökyüzüne inşa edilmiş bir seyir terası olan bu katlara sadece 47 saniyede ulaşan Sky Pod asansörleri, teknolojik olarak baş döndürücüdür.

Yolculuk boyunca asansör duvarlarındaki LED ekranlar, New York’un tarihsel dönüşümünü göstererek sizi zamanda bir yolculuğa çıkarır. En yukarı çıktığınızda ise gözleriniz; Empire State, Central Park, Brooklyn Köprüsü, hatta açık havada Özgürlük Heykeline kadar her şeyi görebilir.

Binanın hemen yanında yer alan 9/11 Anıt Alanı ve Müzesi, İkiz Kuleler’in ayakta durduğu noktada inşa edilmiştir. Siyah granitle kaplı ve sonsuzluğa akan suyla dolu iki büyük havuz, kaybedilen 2.977 insanın adlarını barındırır. Bu alan, acıyla sarmalanmış bir huzur hissi uyandırır.

9/11 Müzesi ise, saldırıların ardından kalan çarpıcı kalıntılarla doludur: Acil durum merdivenleri, itfaiye araçları, kıvrılmış çelik kirişler, ve olay günü haberlerinden kesitler…

Tüm bunlar sadece fiziksel kalıntılar değil, bir milletin hafızasına kazınmış travmaların ve yeniden ayağa kalkma iradesinin sembolleridir.

İkiz Kulelerin yerinde bugün sonsuzluğa akan büyük bir anıt havuz bulunuyor. Bu havuz, 11 Eylül’de hayatını kaybedenlerin anısına düzenlenmiş bir anıt olarak ziyaretçileri derin düşüncelere sürüklüyor.

Havuzun çevresinde, kaybedilenlerin isimleri titizlikle yer alıyor. Bazı isimlerin üzerine ise özel günlerinde, yani doğum günlerinde, birer gül bırakılıyor. Bu küçük detay, yaşamlarını yitirenlerin her zaman kalplerde yaşatıldığını ve unutulmadığını gösteriyor.

New York Times Binası, Manhattan’ın Midtown bölgesinde, 8. Cadde üzerinde yer alan modern ve etkileyici bir gökdelendir. 2007 yılında tamamlanan bina, New York Times gazetesinin genel merkezi olarak kullanılmaktadır. Tasarımı mimar Renzo Piano tarafından yapılmıştır.

Binanın en dikkat çekici özelliklerinden biri, dış cephesinde kullanılan güneş ışığını kontrol eden seramik çıtalardır. Bu çıtalar hem binaya doğal ışığın dengeli girmesini sağlar hem de enerji verimliliğine katkıda bulunur. Binanın iç tasarımı ise gazeteciliğin hızlı ve dinamik yapısını yansıtacak şekilde açık ofis planına sahiptir.

New York Times Binası, şehrin modern mimarisine özgün bir katkı yaparken, medya dünyasının kalbinde yer alan bu tarihi yayın organının yenilikçi yüzünü temsil ediyor.

Chrysler Binası, otomobil devi Chrysler şirketinin patronu Walter Chrysler için inşa edilmiştir. Tasarımcısı William Van Alen, bu yapıyı hem işlevsel hem de sanatsal bir başyapıt olarak ortaya koymuştur. İç mekanları da Art Deco’nun zarif detaylarıyla süslenmiştir.

Empire State Binası tamamlandığında Chrysler Binası’nın en yüksek bina unvanını alması kısa sürdü, ama o hala New York’un en sevilen ve estetik açıdan en etkileyici yapılarından biri olarak kalmaya devam ediyor.

Bu bina, Art Deco stilinin ışık, şekil ve süslemeyle nasıl dramatik bir etki yaratabileceğinin en güzel örneklerinden biridir.

Amerikan tarihinde –özellikle siyasette ve ekonomide– hatırı sayılır bir yere sahip Rockefeller Ailesi tarafından kurulan Rockefeller Center, toplamda 19 binadan oluşan dev bir kompleks. Bu yapıların merkezi sayılabilecek alanda, her yıl ABD’nin en büyük Noel ağacı süslenerek sergileniyor. Bu görkemli ağaç, Noel döneminde milyonlarca turisti Rockefeller Center’a çekiyor.

Kompleksin mimarı olan John Davison Rockefeller, bu projeyi Büyük Buhran döneminde binlerce kişiye istihdam sağlamak amacıyla başlattı. Günümüzde binaların alt katlarında mağazalar ve restoranlar, üst katlarında ise ofisler bulunuyor.

Rockefeller Center, NBC stüdyolarına da ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, kış aylarında ünlü buz pateni pisti devreye giriyor. 70 katlı GE Building (şu anki adıyla Comcast Building) ise ziyaretçilere Top of the Rock gözlem noktasından 360 derece şehir manzarası sunuyor.

Empire State Binası yerine Top of the Rock’a çıkmak, New York’u izlemek için daha avantajlı olabilir. Neden mi? Çünkü buradan hem şehrin muazzam manzarasını hem de Empire State’in kendisini görmek mümkün. Ayrıca, Top of the Rock genellikle daha az kalabalık.

Top of the Rock’tan Times Square’e yürürken, Magnolia Bakery’de mola verebilirsiniz. Özellikle muzlu pudingi (banana pudding) meşhurdur – Türkiye’de taklitleri olsa da orijinalinin tadı bambaşkadır.

2021 sonunda açılan Summit One Vanderbilt, New York’u daha önce hiç olmadığı kadar yükseklikten ve etkileyici bir biçimde gözlemlemenizi sağlar. Yerleri ve tavanları ayna, duvarları ise tamamen cam olan bu yapı, adeta bir görsel illüzyon sunar.

Rockefeller Center içinde yer alan Radio City Music Hall, New York’un en ikonik eğlence merkezlerinden biridir. 1978’de şehir simgesi olarak ilan edilen bu salon, 10 sezondur America’s Got Talent gibi büyük prodüksiyonlara ev sahipliği yapıyor.

Unutmadan, Rockefeller Plaza’da yer alan Atlas Heykeli, elleriyle dünyayı taşıyan mitolojik figürü temsil eder ve kompleksin simgelerinden biridir.

1913 yılında hizmete açılan Grand Central Terminal, yalnızca bir tren istasyonu değil; New York’un kalbinde zamana karşı duran bir mimari şaheserdir. Midtown Manhattan’ın göbeğinde yer alan bu etkileyici yapı, günümüzde hem bir ulaşım merkezi hem de bir kültür ve alışveriş noktası olarak şehre hizmet vermektedir.

Ana salonun tam ortasında yer alan opal camdan yapılmış dört taraflı saat, Grand Central’ın en ikonik noktalarından biridir. Saatin değeri yaklaşık 20 milyon dolar olarak tahmin edilmektedir. New York’ta insanlar için yıllardır bir buluşma noktasıdır: “Grand Central’daki saatin altında buluşalım!”

44 peron ve 67 ray hattı ile Grand Central Terminal, dünyanın en büyük tren garı unvanını elinde tutar. Her gün yüz binlerce insan işe, eve ya da başka eyaletlere buradan hareket eder. Terminal sadece banliyö trenlerine değil, aynı zamanda birçok metro hattına da bağlantı sunar.

Beaux-Arts mimari tarzında inşa edilen Grand Central, dev kemerleri, oymalı taş işçiliği ve zarif detaylarıyla adeta bir saray havası taşır. Terminalin dış cephesinde yer alan dev heykel grubu, Yunan mitolojisinden tanrılarla süslüdür: Merkür (ticaret), Minerva (bilgelik) ve Herkül (güç).

Ana salonun tavanında yer alan gökyüzü freski, 2500’den fazla yıldızın işlendiği astrolojik bir haritadır. Ancak bu harita aslında ters çizilmiştir; yani gökyüzü Tanrı’nın gözünden bakar gibi resmedilmiştir. Bu tavan, zamanla kirlenmiş ve kararmış olsa da 1990’larda titiz bir restorasyonla eski görkemine kavuşmuştur. Bir köşe ise özellikle temizlenmemiştir ki ziyaretçiler restorasyon öncesi hâlini görebilsinler.

Grand Central içinde bir de gizli geçit yer alır: “Track 61” adlı gizli bir ray hattı, zamanında Franklin D. Roosevelt’in engelli olduğu dönemlerde özel zırhlı trenle binaya gizlice giriş yapmasına olanak sağlamıştır. Ayrıca terminalin akustiği ilginçtir: Whispering Gallery denilen bölümde, iki kişinin köşegen noktalardan fısıldayarak konuşması karşılıklı duyulabilir.

Terminal içinde 68 mağaza ve 35 restoran bulunur.

New York’un kalbinde, beşinci caddenin tam üzerinde yer alan New York Halk Kütüphanesi, yalnızca bir bilgi merkezi değil; aynı zamanda mimari bir başyapıt ve popüler kültürün vazgeçilmez bir simgesidir.

Kütüphanenin ön cephesinde yer alan iki büyük taş aslan heykeli vardır: “Patience (Sabır)” ve “Fortitude (Metanet)”. Büyük Buhran döneminde New York’lulara moral kaynağı olması için bu isimler verilmiştir. Günümüzde şehrin maskotları haline gelmişlerdir.

1911 yılında kapılarını açan bu tarihi bina, Beaux-Arts mimari tarzı ile inşa edilmiştir. Kütüphanenin mermer merdivenleri, geniş galerileri ve el işçiliğiyle yapılmış tavan süslemeleri büyüleyici bir atmosfer yaratır.

En çok fotoğraf çekilen alanlardan biri olan Rose Main Reading Room, 90 metre uzunluğunda ve göz alıcı avizelerle süslüdür. Tavanındaki bulutlu gökyüzü freski, ziyaretçilerin gözlerini tavandan alamamasına neden olur

Sex and The City sevenler için, Carry ve Mr. Big’in düğünü burada olacaktı (Mr. Big düğünden kaçmasaydı…).

New York’un en göz alıcı dini yapılarından biri olan St. Patrick’s Cathedral (Aziz Patrik Katedrali), şehrin karmaşası içinde sizi bir anda dinginliğe taşıyan eşsiz bir mimari ve manevi mabet.

Katolik Kilisesi’ne bağlı olan bu ihtişamlı yapı, neo-gotik mimari tarzıyla dikkat çeker. İnşaatı 1858 yılında başlamış, Amerikan İç Savaşı nedeniyle uzun bir süre durmuş, ancak 1878 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır.

Mimar James Renwick Jr., Avrupa’daki gotik katedrallerden ilham alarak bu yapıyı New York’a kazandırmıştır. Sivri kemerleri, vitray pencereleri, çarpıcı cephesi ve kuleleriyle adeta Avrupa’da bir katedrale adım atmışsınız hissi yaratır.

St. Patrick’s Cathedral yalnızca bir ibadet yeri değil, aynı zamanda New York Katolik Başpiskoposluğu’nun merkezi olarak da hizmet vermektedir. Yani dini, idari ve kültürel anlamda büyük bir öneme sahiptir.

Simgesel Özellikler

•İki kule, 100 metrenin üzerinde yüksekliğe sahip. Gotik kuleler 5th Avenue’nun siluetinde adeta bir taç gibi yükseliyor.

•İçerideki mermer mihrabı ve el işçiliğiyle yapılmış sunaklar, geleneksel Katolik mimarisini ve ruhaniyeti yansıtıyor.

•Vitray pencereler Paris, Birmingham ve New York’ta özel olarak üretilmiş ve içeriyi renkli ışıklarla donatıyor.

•Sürekli açık olan bir canlı taş sergisi, bu katedralin şehirle olan tarihî ve duygusal bağını ortaya koyuyor

New York’luların sevgiyle “St. Bart’s” diye andığı bu ikonik kilise, yalnızca dini bir yapı değil; aynı zamanda mimarisi, müziği ve sosyal etkinlikleriyle Park Avenue’nun kültürel dokusunun vazgeçilmez parçalarından biri.

1919 yılında inşa edilen St. Bartholomew’s Church, ABD’de nadiren rastlanan Bizans tarzı mimarisiyle dikkat çeker. Pembe tonlarındaki tuğlaları, Altın detaylı polikrom kubbesi, Zarif revaklı Romanesk giriş kapısı yapıya hem zarafet hem de tarihî bir ağırlık katar.

Bu yapının mimarı, ünlü Amerikalı mimar Bertram Goodhue’dur. Tasarımında, Stanford White tarafından önceki (1903 yapımı) St. Bartholomew’s Kilisesi için inşa edilen revak ve bazı mermer sütunlar korunarak yeni yapıya entegre edilmiştir.

Kilisenin açık terası, Midtown’un kalabalığı içinde nadir bulunan bir duraklama alanı sunar. Yaz aylarında burada çeşitli halka açık kültürel ve sosyal etkinlikler düzenlenir.

Lyceum Theater

New York’un en eski hâlâ aktif tiyatrosu olan Lyceum Theatre, 1903 yılında inşa edilmiştir. Barok detayları, iç mekandaki süslemeleri ve dış cephedeki zarif taş işçiliğiyle dikkat çeken yapı, mimarlar Herts ve Tallant’ın ilk tiyatrosudur. Lyceum’un adını Broadway tarihine altın harflerle yazdıran oyunlardan biri ise “Born Yesterday” adlı komedidir – tam 1.600 kez sahnelenmiştir

Algonquin Hotel

1902 yapımı bu gösterişli otel, kırmızı tuğla cephesi ve demir cumbalı pencereleriyle mimari açıdan da etkileyicidir. Ama onu asıl özel kılan, 1920’lerdeki “Algonquin Round Table” buluşmalarıdır. Dorothy Parker, Harold Ross, Alexander Woollcott ve Robert Benchley gibi edebiyat dünyasının sivri dilli kalemleri burada her öğle yemeğinde buluşarak hem dedikodu yapmış hem de Amerikan hicivine yön vermiştir.

Otelden, The New Yorker dergisinin kurulduğu 25 W 43rd Street adresindeki ofise bir geçit bile vardı

New York Yacht Club

1899’da kurulan bu prestijli kulüp binası, hem dış görünüşü hem tarihiyle büyüleyici.

Cephesindeki üç büyük pencere, 18. yüzyıl yelkenlilerine ait oyma kıç figürleri ile süslenmiştir. Pencerelerin altından dalgaları ve heykelsi yunusları görmek mümkün – adeta deniz teması sokağa taşmış gibi! Bu kulüp, 1857–1983 yılları arasında düzenlenen ve yelken dünyasının en prestijli yarışlarından olan America’s Cup’un doğduğu yerdir.

Diamond Row

47. Caddede New York’un kalbinde yer alan bu sokak, dünyanın en büyük elmas ticaret merkezlerinden biri. 1930’larda, Avrupa’daki Yahudi elmas ustalarının Nazizm’den kaçıp buraya yerleşmesiyle doğmuştur. Bugün hâlâ siyah şapkalı, uzun sakallı Hasidik Yahudiler, bölgenin ruhunu taşıyor. Alt katlarda vitrinler altın ve pırlantalarla dolup taşarken, üst katlarda milyonlarca dolarlık anlaşmalar yapılıyor. Çoğunlukla toptancı pazarı olarak işlese de, turistler ve bireysel müşteriler de alışveriş yapabiliyor. Ama dikkat: elmas hakkında bilginiz yoksa, danışmanla gitmeniz tavsiye edilir.

Fred F. French Building

1927 tarihli bu Art Deco yapı, Antik Mısır, Yunan ve Yakın Doğu stillerini harmanlayan süslemeleriyle dikkat çeker.

Penn Club

Pennsylvania Üniversitesi mezunlarına ait özel bir kulüp. 44. Cadde’deki tarihi binasında konaklama ve etkinlik alanları bulunur.

General Electric Building

1931’de tamamlanan bu Gotik Art Deco bina, çatısındaki elektrik kıvılcımı andıran kule süslemeleriyle ünlüdür.

Hampton Shops Building

1920’lerde mobilya mağazası olarak açılan bina, dekoratif tuğla ve taş işçiliğiyle göz alıcıdır.

Charles Scribner’s Sons Building

Ünlü yayınevinin merkezidir. Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald gibi yazarların kitapları buradan çıkmıştır.

Saks and Company

Beşinci Cadde üzerindeki bu lüks mağaza, vitrin süslemeleri ve yılbaşı dekorlarıyla tanınır.

The Century Association

Sanatçı, yazar ve akademisyenlere özel prestijli bir kulüptür. 19. yüzyıldan kalma klasik iç mekânlara sahiptir.

Villard House

1880’lerde inşa edilen bu saray benzeri konak, St. Patrick Katedrali’nin karşısında yer alır. Şimdi New York Palace Hotel’in parçasıdır.

Racquet and Tennis Club

1918’de açılan bu özel spor kulübü, yalnızca erkek üyelere açıktır. Mimari detayları neoklasik esintiler taşır.

Bryant Park

New York Halk Kütüphanesi’nin arkasında yer alır. Eskiden tehlikeli bir alan iken, bugün kültürel etkinlikler, konserler ve açık hava sinemaları ile doludur. Altında milyonlarca kitap barındıran bir depo yer alır.

5th Avenue (Beşinci Cadde)

New York’un en prestijli alışveriş caddesi. Washington Square Park’tan Harlem’e kadar uzanır.

Helmsley Building

1929’da Warren & Whetmore tarafından yapıldı. Parlak süslemeleriyle dikkat çeker.

MetLife Building

Önceki ismi Pan Am. Grand Central’a bitişik dev ofis binası.

Seagram Building

Ludwig Mies van der Rohe tasarımı. Modernist mimarinin ikonik örneği.

Citicorp Building

Eğimli çatısıyla tanınır. Mühendislik hataları nedeniyle yeniden güçlendirilmiştir.

Trump Tower

1983’te açıldı. Lüks mağazaları ve atriyumuyla ünlü.

Daily News Building

Sinemaseverler için: Superman’in Daily Planet binası olarak bilinir.

United Nations

1945’te kurulan BM’nin genel merkezi. Rehberli turlar mevcut.

MoMA (Modern Art Museum)

Modern sanatın mabedi. Van Gogh, Dali, Picasso, Monet gibi ustaların eserleri sergileniyor.

Crif Dogs

Şehrin en özgün hot dog noktalarından biri. Adres: 113 St. Marks Place.

Magnolia Bakery

Muzlu pudingiyle meşhur, tatlı severlerin uğrak noktası.

Apple Store (5th Ave)

Cam küp girişiyle simgeleşmiş, New York’un en büyük Apple mağazası.

“Hello, Upper East Siders!” Gossip Girl izleyenler burada mı? Bu bölge, şehrin en lüks evleri ve en seçkin mağazalarıyla öne çıkıyor. Park Avenue’dan Midtown’a doğru yürürken bu ihtişamı adım adım hissediyorsunuz.

1900’lü yılların başında New York sosyetesi Upper East Side’a taşınmış ve oraya yerleşmiş. Beaux Arts tarzındaki konakların birçoğu zamanla müze ya da elçilik olarak kullanılmaya başlanmış ama bölgenin zengin dokusu değişmemiş. Günümüzde hâlâ Beşinci Cadde ve Park Caddesi boyunca, etkileyici apartmanlarda yaşayan varlıklı bir kesim var. Madison Avenue boyunca sıralanan zarif mağazalar ve galeriler de semtin şıklığını tamamlıyor.

Biraz daha doğuya doğru ilerleyince, 80’li yıllarda Alman Yorkville’i, güneyde Macar Yorkville’i ve 78. Cadde’nin altındaki bölgede Çek nüfusun yaşadığı Küçük Bohemya ile karşılaşılıyor. Her ne kadar zamanla birçok Alman, Macar ve Çek bu mahallelerden taşınmış olsa da kültürel miraslarını yansıtan kiliseler hâlâ ayakta.

New York’taki en önemli müzelerin çoğu da işte bu semtte toplanmış. Eski Frick ve Carnegie konaklarından, Frank Lloyd Wright’ın imzasını taşıyan modern Guggenheim’a kadar uzanan yapılar, sanata ve tarihe meraklı ziyaretçileri kendine çekiyor.

Şehrin içinde doğaya duyulan özlemle, ilk durağım Central Park olmuş.

Eskiden sadece bir bataklık olan bu alan, 1857 yılında Frederick Law Olmsted tarafından insanların nefes alabileceği bir yer haline getirilmiş. Yapay gölleri, 93 kilometrelik yürüyüş patikaları, at yolları ve birbirinden farklı, zarif tasarımlara sahip 30 köprü ve kemeriyle Central Park, özellikle sakinlik arayanların uğrak noktası haline gelmiş. Yapımına 1850’de başlanmış; 1853’te halka açılmış olsa da, düzenlemeler tam 15 yıl boyunca devam etmiş.

Kuruluş amacı, Avrupa’daki örneklerine benzer bir yeşil alan yaratmakmış. Aynı zamanda, New York’un zenginlerini kapalı salonlardan çıkarıp açık havada vakit geçirebilecekleri bir ortam sunmak hedeflenmiş. Ancak zamanla bu hedefler aşılmış ve park, yılda 25 milyon ziyaretçisiyle dünyaca tanınan bir simgeye dönüşmüş.

Central Park’ın ününü dünyaya taşıyan en önemli etkenlerden biri ise, pek çok filme ev sahipliği yapmış olmasıymış: Gossip Girl, Sex and the City, Spiderman 3, Evde Tek Başına 2 bunlardan sadece birkaçı.

Manhattan’daki en pahalı kiralık dairelerin Central Park manzaralı olması ise, bu doğa harikasının ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Parkta fayton ya da bisiklet turu yapmak, buz pistinde kaymak, göl kıyısında dinlenmek ya da Belvedere Kalesi’ni gezmek gibi sayısız aktivite yapılabiliyor.

New York’un kültürel kalbinin attığı yerlerden biri olan MET, ilk olarak Amerikalı John Jay’in fikriyle doğmuş. 1870 yılında kapılarını açan bu ikonik müze, adeta dünya müzeleri arasında deneyimli bir büyükanne gibi—yaşıyla, birikimiyle ve saygınlığıyla öne çıkıyor.

Müzenin içinde dolaşırken kendinizi bir sanat yolculuğuna çıkmış gibi hissediyorsunuz. 52 farklı resim galerisi, arkeoloji bölümleri, dünya uygarlıklarına ait objeler ve dekoratif sanatların en güzel örnekleri bir arada sunuluyor. Avrupa sanatından Amerikan sanatına, antik uygarlıklardan modern eserlere kadar geniş bir koleksiyona sahip olan MET, her yıl 6 milyondan fazla ziyaretçiyi ağırlıyor. İki katlı yapısı, Central Park’ın hemen yanında yer alması ve dünya çapındaki sanatçıların eserlerini barındırmasıyla da ayrı bir cazibe noktası.

Geçen ziyaretimizde müzeyi gezme fırsatı bulduğumuz için bu kez içine girmedik ama önünden geçerken yine büyüsüne kapılmamak elde değil.

Eğer “Gossip Girl” dizisinin hayranıysanız, MET’in meşhur merdivenlerini hemen tanırsınız. Blair ve arkadaşlarının öğle yemeklerini yedikleri o ikonik basamaklar, dizinin hayranları için adeta bir hac noktası.

Müze çıkışında bir New York klasiği denemek isterseniz, hemen yakındaki Sabrett stantlarından bir hotdog alabilirsiniz. Üzerine mutlaka “relish” ekletin — küçük bir detay ama lezzeti bambaşka yapıyor.

New York’un en sıra dışı müzelerinden biri olan Guggenheim, sadece içindeki modern sanat eserleriyle değil, binasının kendisiyle de başlı başına bir sanat eseri. Mimar Frank Lloyd Wright’ın imzasını taşıyan bu yapı, 1959 yılında tamamlanmış ve o günden bu yana hem sanatseverleri hem de mimarlık meraklılarını kendine çekmeye devam ediyor.

Müze, yukarı doğru genişleyerek yükselen spiral formuyla klasik müze anlayışını tamamen ters yüz ediyor. Beyaz betonun yalın ama etkileyici dili, iç mekânda altı kat boyunca dönen sarmal bir rampayla devam ediyor. Bu rampayı takip ederek, en üst kattan başlayıp aşağıya doğru dolaşarak eserleri adım adım keşfetmek mümkün. Tavanı kaplayan cam kubbe ise hem gün ışığını içeri alıyor hem de mekâna ferahlık katıyor.

Ben bu müzeyi önceki gelişimde gezdiğim için bu kez pas geçtim, ama ilk kez gelenler için kesinlikle görülmesi gereken bir yer.

New York’un kalbinde, sadece prestijli akademik yapısıyla değil, aynı zamanda mimarisiyle de büyüleyen bir yer varsa, orası Columbia Üniversitesi’dir. Binaları kadar köklü ruhuyla da dikkat çeker.

Low Library

Geniş kubbesi ve heybetli sütunlarıyla kampüsün simgesi olan bu kütüphane, Columbia’nın ana avlusuna hâkimdir. 1895’te McKim, Mead & White tarafından tasarlanan yapı, klasik mimarisiyle büyüleyici bir atmosfer yaratır.

Central Quadrangle

Üniversitenin ilk binaları bu merkezi avlunun çevresine inşa edilmiştir. Dört bir yanınızdan tarihin içinden geçtiğinizi hissettiren bu manzara, Butler Kütüphanesi’ne doğru uzanır.

St. Paul’s Chapel

1907’de Howells & Jokes tarafından inşa edilen bu şapel, iç mekândaki zarif ahşap işçiliği, etkileyici tonozları ve güçlü akustiğiyle ön plana çıkar. İçerideki ışık oyunları ise adeta bir huzur seremonisi sunar.

Sherman Fairchild Center

1977 yılında yaşam bilimlerine yönelik bölümler için inşa edilen bu merkez, üniversitenin araştırma altyapısında önemli bir yere sahiptir.

Église de Notre-Dame

Fransızca konuşan cemaat için inşa edilmiş bu kilise, içindeki özel detaylarla dikkat çeker. Altarın arkasında, Lourdes’deki mağaranın bir replikası yer alır — oğlunun mucizevi iyileşmesine inanan bir annenin bağışladığı bu yapı, kişisel bir hikâyeyi mimariye taşır.

Cathedral of St. John the Divine

Eğer tamamlanırsa, bu yapı dünyanın en büyük Neo-Gotik katedrali olacak. Şu anda yalnızca üçte biri inşa edilmiş olsa da, 10.000 kişilik kapasitesiyle hâlihazırda büyüleyici bir anıtsallığa sahip.

2023–2024 Columbia Eğitim Giderleri

•Öğrenim Ücreti: 68.400 USD

•Yeni Öğrenci Ücretleri: 645 USD

•Konaklama ve Yemek: 16.840 USD

•Kitap ve Kişisel Harcama: 3.742 USD

•Toplam: 89.587 USD

Önceki gezimden 2000 yılındaki Harlem anımı anlatmak istiyorum. Buraya Gospel dinlemek için pazar günü sabah kalkıp erkenden gittik. Tam olarak nerede dinleyeceğimizi bilemediğimiz için sesleri dinleye dinleye bir kilisenin kapısından içeri girdik. Bizi gayet kibar şekilde buyur ettiler. Gospel özellikle zencilerin kilisede şarkı söyleyerek ibadet etmeleridir. Kilisedeki törenler sırasında söylenen dini ezgi ve sözlerden oluşan doğaçlamadır. Genellikle cenazelerde ölen kişiye edilen dualar ve ağıtlardır. Dini günlerde ise Hz. İsa’yı öven sözler ve Allah’a yapılan dualardır. Keyifli bir pazar geçirdikten sonra bir de tarihi Cotton Club ve Apollon Theatre görmek, dinleyebilirsek blues dinlemek içinde bu sefer de akşam gelmek istedik. Pazar akşamı metrodan indikten sonra epeyi arayarak hatta köprü altlarında kimsesiz sokaklarda biraz da ürktükten ve hatta bir ara ben bayağı korkarak geri dönmek istememe rağmen sonunda Cotton Club’u bulduk. O da ne kapalı. Tamam işte o zaman dönerim dememe rağmen buraya kadar gelmişken bari ünlü Apollon Theatre’da gidelim diyerek gece boyu sokakları yürümeye başladık. Bu arada beyazların hemen hemen hiç olmadığı sokaklarda az sayıda zencinin bizlere bakar vaziyetinde Apollon Theatre’da bulduk. Tabii o da kapalı idi. Sonunda metroya geri dönmeye karar verdik. Yapacak bir şey yoktu. Evet Harlem’de gece yarısı bir başımızaydık! Ve hatta “Ne kadar heyecanlı, keyif almaya bak! diye düşünmeye çalışsam da başarılı olamıyordum; kalbimin atışını ağzıma hatta beynimde hissediyordum. İşin kötüsü kafamdan bir sürü şey geçerken, bir türlü metroyu bulamadık. Bu durumda etrafta yol sorabileceğimiz düzgün tip aramaya başladık ama karanlıkta, çevrede köşe başlarında toplanmış ikişerli, üçerli erkek siyahi arkadaşlardan başka kimse yoktu. Issız dar ara sokaklardan 20-25 dakika belki de hayatımda yürümediğimiz kadar hızlı hızlı adımlarla geçtik ve sonunda metro istasyonu bulup, otelimize döndük. Otelimize vardığımızda resepsiyonun önünde 10-15 dakika kadar oturdum ve güzel bir “ohhhh!” çektim.

Güzeller güzeli, renkli ve çok kültürlü New York’u da keşfettik. Beş gün yetti mi? Elbette hayır. Ama dolu dolu geçti!

Bol bol yedik, kahvelerle soluklandık, sokak sokak gezdik, müzelerde sanatın izini sürdük, kampüslerde tarihle iç içe yürüdük.

Yorulduk mu? Evet.

Peki değdi mi? Kesinlikle fazlasıyla.

Şimdi sıradaki durak: Philadelphia.

Yeni notlar ve anılar için takipte kalın!

Bu gezimde de mekanların tarihleri, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:

New York Eye Witness Travel Guides

Let’s Go Washington D.C.

USA The Rough Guide

Frommer’s Philadelphia & the Amish Country

Baska Kentler, Baska Denizler 3_ Murat Belge

Huseyin Sayin

Gezimanya

Wikipedia

Blondie on the road

Emeğe saygı önemli

Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir, içinde olduklarım hariç

Tavsiye ettiğim yerlerle bir işbirliğim veya reklamım yok.