İstanbul’un Taşı Toprağı Can
İstanbul’un taşı toprağı altın derler ya… İstanbul’un Taşı Toprağı Can
İstanbul’un taşı toprağı altın derler ya… Eh, hayvanlarla bu denli iç içe yaşanan başka şehir bulmak zor. Kimisi sırtında yük taşımış, kimisi fayton çekmiş, kimisi cami avlusunda tüylerini kabartmış. Kimi de hâlâ mahalle bakkalının önünde gününü gün ediyor.
İstanbul’un köpekleri sadece bugünün değil, yüzyılların sakini. 19. yüzyılda şehre gelen İtalyan yazar Edmondo De Amicis, İstanbul’un köpeklerini öyle bir anlatmış ki sanırsın turist değil, köpek rehberi olmuş. “Kimseyi ısırmazlar, kavga etmezler, mahallelerine sadıktırlar,” diyor. Mahalle bekçiliği yapıyorlarmış resmen. Her bir köpek, kendi sokağının raconunu biliyor. Hatta “sokak köpeği” lafı buradan geliyor olabilir; bizimkiler organize yaşıyormuş resmen.
Bir de şu meşhur Hayırsız Ada sürgünü var tabii… 1910’da binlerce köpeği adaya yollayıp “şehri hijyenik hale getirelim” demişler ama ada hayvan mezarlığına dönmüş. O kadar kötü ki, halk bile isyan etmiş. İstanbul köpeğini kolay kolay terk etmez çünkü.
İstanbul’un dik yokuşları var, sokakları dar, arabaya yer yok. Kim taşıyacak odunu, suyu, sebzeyi? Tabii ki eşekler! Ama esas mesele şu: Osmanlı döneminde İstanbul’daki eşek taşımacılığı İranlıların kontrolündeydi. Resmen eşek trafiği onların elindeydi. Ve bu iş o kadar büyümüştü ki zamanla İran Konsolosluğu’yla Osmanlı makamları arasında “eşek hakları” ve vergi konularında resmî gerilimler yaşanmış. Eşek deyip geçmeyin, arkasında uluslararası kriz çıkabiliyor.
İstanbul’un emekçisi eşekler semt semt yük taşıdı, sabır timsali oldular. Bugün pek rastlamasak da adlarını yaşatan semtler, hikâyeler hâlâ aramızda.
İçim burkularak hatırlıyorum İstanbul’da at deyince akla faytonlar gelirdi. Özellikle Adalar, atların hem en çok çalıştırıldığı hem de en çok tartışıldığı yerdi. Çan sesleriyle gelen o nostaljik görüntülerin arkasında çoğu zaman aşırı yorgun, iyi beslenememiş, kışın soğukta donan atlar vardı.
Neyse ki yıllar süren tartışmalar sonunda faytonlar kaldırıldı, atlar da artık “veteriner, otlak, huzur” üçlüsüne emanet. Hani “at gibi çalışmak” lafı vardır ya, İstanbul atları onu emeklilikle taçlandırdı.
Osmanlı mimarisi sadece insanlara değil, kuşlara da konak yapmış. Hem de nasıl! Bu şehirde kuşlar için yapılmış minyatür saraylar var: süslü balkonlar, kemerli girişler, yan yana pencereler… Sanırsınız güvercin değil paşa oturacak.
Üsküdar Yeni Valide Camii minyatür mimari dersi veriyor. Beyazıt Camii kuşlar için çok katlı apartman olmuş. Topkapı Sarayı’nın bazı cepheleri adeta kul evi devlet dairesi gibi. Seyit Hasan Paşa Medresesi Rokoko tarzı kuş evi mi olur? Olmuş.
Ve geldik yıldızımıza… İstanbul’un en meşhur sakinleri: Kediler!
Bugün İstanbul’da kedi görmek için özel bir çaba sarf etmenize gerek yok. Hatta bazen kedi sizi görüyor önce. Cami avlularında, metroda, markette, raflarında, kafelerde koltuk üstünde, simitçinin omzunda… Kedi her yerde.
Ve bu durum öyle sıradan değil: İstanbul, dünya basınında sıkça “Cat Capital of the World” diye New York Times, BBC, National Geographic İstanbul kedilerine özel dosyalar yaptı. Hatta Netflix’te bile “Kedi” diye bir belgesel var. Tokyo’dan gelen bir turistin “Sokakta kedilere mama veriliyor. Bu şehir büyülü olmalı” demesi boşuna değil.
Onlar resmen İstanbul’un fahri vatandaşı.
Bu şehir hep insanlarla değil, onlarla da var oldu. Eşeğiyle kavga eden konsolosluk, kuşuna saray diken mimar, köpeğini sokağa bırakmayan halk, atına artık iş değil huzur veren yönetim… Ve tabii kediye bir imparatorluk kadar yer açan herkes sayesinde bu şehir böyle oldu.
İstanbul’da canlar hiçbir zaman “sahipsiz” değil. Çünkü bu şehir, binlerce yıldır onların da evi. İstanbul’u sevmenin en saygın yolu, onun dört ayaklı tarihine kıymet vermekten geçiyor.
Atlar artık emekli, eşek diplomasisi kapanmış, köpekler hâlâ mahallenin sahibi, duvarda kuş evleri ve tabii ki bu şehir kedisiz olmaz. İstanbul bir yaşam kültürünün taşıyıcısıdeğilsenedir?”