Doğu Amerika Günlükleri 4: Baltimore, Annapolis, Atlantic City
Baltimore, Annapolis, Atlantic City yazısı
Doğu Amerika Günlükleri 4:
Şehirler, Üniversiteler, Anılar…
Yollardayız Baltimore, Annapolis, Atlantic City
Baltimore gezisine John Hopkins Üniversite ziyareti ile başladık.Şehir merkezine yaklaşık 3 mil uzaklıkta yer alan Johns Hopkins Üniversitesi, 140 dönümlük yeşilliklerle kaplı etkileyici bir kampüse sahip. Bu araziler, Bağımsızlık Bildirgesi’ni en uzun süre imzalayan Charles Carroll’ın oğlu Charles Carroll Jr.’a aitti. Arazinin kalbinde yer alan Homewood House, 1801 yılında inşa edilmiş ve dönemin zarafetini yansıtan tuğla mimarisiyle dikkat çekiyor. Bugün müze olarak kullanılan bu tarihi evde 18. ve 19. yüzyıla ait orijinal mobilyalar sergileniyor.
Yine kampüse oldukça yakın konumdaki Evergreen Museum & Library, sanat ve tarih meraklıları için gerçek bir hazine. Eskiden Loyola Üniversitesi’ne ait olan bu konakta, 23 ayar altınla kaplı bir banyo bulunuyor. Koleksiyonlar arasında Çin porselenleri, Picasso’nun erken dönem bir eseri, John James Audubon’un kuş illüstrasyonlarından oluşan nadir kitaplar ve 16. yüzyıla ait Yeni Dünya’ya dair belgeler yer alıyor.
Baltimore, Maryland eyaletinin en büyük şehri olmasının yanı sıra, Amerika’nın en büyük bağımsız şehirlerinden biri. Yani hiçbir ilçeye (county) bağlı değil. Aynı zamanda ABD’nin ilk demiryolu hattı olan Baltimore & Ohio Railroad (B&O) burada kurulmuş. Bu da şehri Amerikan sanayi tarihinin önemli bir parçası yapıyor.
Baltimore’da adını en çok duyduğumuz yerlerden biri hiç şüphesiz Little Italy. Burası, sadece birbirinden lezzetli İtalyan yemekleriyle değil, aynı zamanda sıcak mahalle kültürü ve köklü geçmişiyle de öne çıkıyor.
Inner Harbor’a, yani şehrin tam kalbine yürüme mesafesinde yer alan bu küçük mahalle, 19. yüzyılın sonlarında İtalyan göçmenler tarafından kurulmuş. O günden bugüne, özellikle Güney İtalya’dan gelen ailelerin kurduğu restoranlar ve fırınlarla adeta bir gastronomi merkezine dönüşmüş.
Her köşesinden taze makarna, ev yapımı soslar ve geleneksel tatlıların kokusu yükseliyor. Akşam saatlerinde sokaklar kalabalıklaşıyor, küçük kafelerden neşeli İtalyanca sohbetler duyuluyor.
Little Italy, sadece bir yemek durağı değil, aynı zamanda Baltimore’un çokkültürlü dokusunu hâlâ canlı tutan yerlerden biri. Yaz aylarında düzenlenen açık hava film geceleri ve geleneksel festivaller de mahalleye ayrı bir renk katıyor.
Baltimore’da geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir yer varsa, orası kesinlikle Fell’s Point. Şehrin en eski bölgelerinden biri olan bu semt, 1763 yılında İngiliz tersane sahibi William Fell tarafından kurulmuş. O dönemlerde, Chesapeake Körfezi’nde yapılan gemi inşasıyla hızla büyüyen bir liman kasabasıydı. Bugün ise, o liman ruhunu hâlâ taşıyan, taş sokaklarında tarih kokan bir mahalle.
Fell’s Point, hem Baltimore’un hem de ABD’nin ulusal tarihi bölgelerinden biri. Ulusal Tarihi Kayıtlar listesinde yer alan 300’den fazla tarihi binaya ev sahipliği yapıyor. Avrupa’dan gelen ticaret gemileriyle taşınan orijinal Belçika taşlarıyla döşenmiş sokakları yürürken, adeta 18. yüzyılda geziniyormuş gibi hissediyorsunuz.
Bölgedeki mimari yapılar, 1700’lü yılların sonlarından kalma ve inanılmaz iyi korunmuş durumda. Denizcilerin uğrak yerleri olan eski barlar, tuğla evler, dar kaldırımlar… Hepsi dönemin izlerini taşıyor.
Geziniz sırasında 1786’da açılmış olan Broadway Market’e uğramadan geçmeyin. Yıl boyunca açık olan bu kapalı pazar, farklı mutfaklardan lezzetler ve yerel tatlarla dolu. İsterseniz Chesapeake körfezinden gelen taze deniz ürünlerini tadın, isterseniz bölgeye özgü klasik Amerikan sokak lezzetlerine şans verin.
Baltimore’da keşfe nereden başlanır diye sorarsanız, cevap kesinlikle Inner Harbor olur. Şehrin kalbinde yer alan bu tarihi iç liman, hem geçmişte ülkenin en işlek ticaret noktalarından biri olmuş, hem de bugün en popüler cazibe merkezlerini bir araya getiriyor.
18. yüzyıldan bu yana Chesapeake Körfezi’nin hemen kıyısında önemli bir konuma sahip olan liman, zamanla yük gemilerinin, yolcuların ve fikirlerin buluştuğu bir merkeze dönüşmüş. Bugün ise yerini ziyaretçilere, sanatseverlere ve deniz yaşamı meraklılarına bırakmış durumda.
Burada görebileceğiniz yerlerden ilki, dünyanın en büyük akvaryumlarından biri olan Ulusal Akvaryum (National Aquarium). İçeride köpekbalıkları, renkli egzotik balıklar, timsahlar, kuşlar, hatta deniz kaplumbağaları ve sürüngenler dahil yüzlerce türle karşılaşmak mümkün. Özellikle dalga şeklindeki mimarisiyle binanın kendisi bile bir fotoğraf karesine değer. Çocuklu aileler için de oldukça etkileyici bir deneyim sunuyor.
Liman çevresinde Maryland Bilim Merkezi, Baltimore Tarih Müzesi, Amerikan Savaş Gemisi USS Constellation, Baltimore Orioles’ın beyzbol stadyumu Camden Yards, ve NFL takımı Baltimore Ravens’ın efsanevi stadyumu M&T Bank Stadium gibi duraklar da yer alıyor.
İlginçtir, bu bölgedeki en çok fotoğrafı çekilen yerlerden biri de aslında bir restoran: Hard Rock Cafe. Ancak neon ışıkları ve suya yansıyan görüntüsüyle, sosyal medyada Baltimore denince en sık karşımıza çıkan karelerden biri olmayı başarıyor.
İç limanın güneydoğusunda, denize doğru uzanan bölgede yer alan Canton Waterfront Park ise biraz nefes almak isteyenler için birebir. Burası 8 dönümlük yemyeşil bir alan; Fort McHenry’nin manzarasına karşı yürüyüş yapabilir ya da banklara oturup limana yanaşan büyük ABD Donanması gemilerini izleyebilirsiniz. Parkta ayrıca, Kore Savaşı’nda hayatını kaybeden Maryland’li askerler anısına yapılmış etkileyici bir dairesel anıt da bulunuyor.
Ayrıca Inner Harbor, yürüyerek kolayca ulaşabileceğiniz Fell’s Point ve Little Italy gibi mahallelere de çok yakın. Yani liman sadece gezilecek yerlerle değil, sizi Baltimore’un diğer tarihi sokaklarına bağlaması açısından da en iyi başlangıç noktası.
Baltimore’un sanatsal ruhunu hissetmek istiyorsanız, yolunuz mutlaka Mount Vernon Place’e düşmeli. Burası, şehrin kültür merkezi olarak kabul ediliyor ve hem tarihî atmosferi hem de sanat dolu sokaklarıyla dikkat çekiyor.
Meydanın tam ortasında, Amerika’daki ilk Washington Anıtı yükseliyor. 1829 yılında tamamlanan bu anıt, George Washington’un onuruna dikilmiş ilk anıt olma özelliğini taşıyor. Anıtın tepesine çıkanlar, şehrin etkileyici manzarasını 360 derece görebiliyor.
Mount Vernon bölgesi, yalnızca tarihiyle değil, sanata ve edebiyata verdiği değerle de öne çıkıyor. The Walters Art Museum, Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar uzanan geniş bir sanat koleksiyonuna sahipken, George Peabody Kütüphanesi ise iç tasarımıyla adeta büyüleyici bir film sahnesi gibi. Aynı zamanda Peabody Enstitüsü de burada yer alıyor ve klasik müzik alanında oldukça prestijli bir yere sahip.
Bu bölgede sadece müzeler değil; uluslararası mutfaklardan lezzetler sunan restoranlar, özgün barlar ve gece kulüpleri de sizi bekliyor. Akşamları sokaklar daha da canlanıyor ve sanat galerilerinin önünde gerçekleşen açık hava etkinlikleri, Mount Vernon’a ayrı bir dinamizm katıyor.
Yani kısacası, tarih, sanat ve eğlence bir aradaysa, orası büyük ihtimalle Mount Vernon’dur.
Çok güzel bir detay! Gönderdiğin cümleyi hem tarihsel bağlamla zenginleştirdim hem de senin anlatım tarzına uygun şekilde akıcı ve samimi bir hale getirdim. Aşağıda önerdiğim versiyonu bulabilirsin:
Mount Vernon’un Simgesi: Washington Anıtı
Mount Vernon mahallesinin tam kalbinde yükselen Washington Anıtı, bölgenin en ikonik yapısı. Beyaz mermerden inşa edilmiş bu görkemli yapı, ABD’nin ilk başkanı George Washington’un onuruna dikilen ilk anıt olması açısından oldukça özel bir yere sahip. İnşasına 1815 yılında başlanan ve 1829’da tamamlanan bu anıt, aslında Washington D.C.’deki daha ünlü muadili için de bir ilham kaynağı olmuş.
Klasik anıtlardan farklı olarak, bu anıtın içine girip dar taş merdivenlerle tepesine kadar çıkabiliyorsunuz. Yaklaşık 227 basamaklı bu yolculuk biraz nefes kesici olabilir ama yukarıdan bakıldığında Baltimore’un tarihi sokaklarını ve mimari dokusunu seyretmeye kesinlikle değer.
Anıt, sadece bir mimari yapı değil; aynı zamanda Amerikan tarihinde anıtsal düşüncenin doğuşuna da işaret ediyor. Etrafında yer alan park, galeriler ve tarihi binalarla birlikte Washington Anıtı, Mount Vernon’un hem fiziksel hem de kültürel merkezini oluşturuyor.
Fell’s Point’te dolaşırken, karşınıza çıkan her sokak sizi biraz daha geçmişe götürüyor. Ama bu bölgedeki en eski konut olan Robert Long House, gerçekten zamanda donmuş gibi hissettiriyor. 1765 yılında inşa edilen bu tarihi ev, bugün hâlâ ayakta ve Baltimore’un en eski ayakta kalan konut yapısı olarak kabul ediliyor.
Ev, Fell’s Point’in kurucularından sayılan Robert Long tarafından yaptırılmış ve zamanla bölgenin gelişen ticaret hayatına tanıklık etmiş. Sade ama sağlam yapısıyla dikkat çeken ev, tipik 18. yüzyıl taş mimarisini yansıtıyor.
Bugün bu yapı, sadece dışarıdan görülebilecek bir tarihi eser değil; önceden rezervasyonla katılabileceğiniz özel turlarla içerisine de girebiliyorsunuz. Bu turlar sırasında dönem mobilyalarıyla döşenmiş odaları, günlük yaşam izlerini ve Baltimore’un erken dönem yerleşim tarihine dair detayları keşfetmek mümkün.
Robert Long House, Fell’s Point’in sadece eğlence ve yemekle değil, gerçek anlamda yaşayan bir tarih olduğunun da en somut kanıtı.
Baltimore’un kuzeyinde yer alan Hampden, geçmişi sanayiye, bugünü ise sanata ve yaratıcılığa dayanan renkli bir mahalle. Başlangıçta Jones Falls boyunca kurulan tekstil değirmenlerinde çalışan işçilere ev sağlamak amacıyla inşa edilen bu bölge, 1990’lı yıllarda sanatçıların ve yaratıcı toplulukların ilgisini çekmeye başlamış. Zamanla eski endüstriyel ruh yerini sanatsal bir dinamizme bırakmış.
Bugün mahallenin kalbi, halk arasında “The Avenue” olarak bilinen 36. Cadde. Burası adeta Baltimore’un en özgün alışveriş ve yeme-içme noktalarından biri. Cadde boyunca Doubledutch Boutique, Atomic Books (John Waters’ın favori kitapçısı!), Bazaar, Lovelyarns gibi bağımsız butik mağazalar sıralanıyor. Bir yandan da The Food Market ve Bluebird Cocktail Room gibi popüler restoran ve barlar, hem yerel halkı hem de ziyaretçileri kendine çekiyor.
Hampden aynı zamanda her yıl düzenlenen “HonFest” adlı sıra dışı festivaliyle de meşhur. Bu etkinlik, 1960’lar Baltimore tarzını – abartılı saç modelleri, leopar desenli taytlar ve neşeli sokak müziğiyle – onurlandıran eğlenceli bir sokak kutlamasına dönüşüyor.
Lexington Market ve Mother Seton House: Lezzet ve Maneviyat Bir Arada
Baltimore’un tarihi dokusunu hissetmek isteyenler için bir diğer durak da Lexington Market. 1782’den bu yana faaliyette olan bu pazar, Amerika’nın en eski halka açık pazarlarından biri. İçerideki en ikonik lezzet duraklarından biri ise hiç kuşkusuz Faidley’s Seafood. Chesapeake Körfezi’ne özgü yengeç köfteleri, istiridye ve midye gibi taze deniz ürünlerini burada hem uygun fiyata hem de yerel tariflerle deneyimleyebiliyorsunuz.
Lexington Market’e sadece birkaç blok mesafede, 600 N Paca Street’te yer alan Mother Seton House, bambaşka bir hikâyeye kapı aralıyor. Bu sade, küçük tuğla ev, 18. yüzyılın sonlarına tarihleniyor ve Amerika’da doğan ilk azize olan Elizabeth Ann Seton’un bir dönem yaşadığı yer olarak önem taşıyor. Bugün müze olarak ziyaret edilebilen ev, Katolik eğitim ve yardım faaliyetlerinin Amerika’daki köklerine dair etkileyici bir bakış sunuyor.
Baltimore’un spor tarihindeki belki de en ünlü ismi olan Babe Ruth, 1895 yılında şehrin merkezine yakın 216 Emory Street’te, dar bir tuğla sıra evde dünyaya geldi. Bugün bu mütevazı ev, Babe Ruth Doğumevi ve Müzesi olarak ziyarete açık.
Müze, sadece bir beyzbol efsanesinin çocukluk evini görmekten ibaret değil; içeride fotoğraflar, film klipleri, kişisel eşyalar ve beyzbol tarihine ait hatıralarla dolu oldukça etkileyici bir koleksiyon yer alıyor. Hem spor meraklıları hem de Amerikan kültürüne ilgi duyanlar için mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.
Evin atmosferi, Ruth’un nasıl bir mahallede büyüdüğünü hissetmenizi sağlıyor. Camden Yards stadyumuna yürüme mesafesinde olması da burayı özellikle maç günleri ilgi çekici bir durak haline getiriyor.
Baltimore’un kalbinde yer alan Westminster Kilisesi, 1852 yılında, şehrin ana mezarlığının üzerine inşa edildi. Altındaki karanlık katakomplar, pek çok süslü mezar ve önemli Baltimore sakinlerinin son dinlenme yeri olarak tarihî bir atmosfer sunuyor.
Bu mezarlıkta yatanlar arasında, Amerikan edebiyatının karanlık dehası Edgar Allan Poe da bulunuyor. 1830’ların başında yaklaşık üç yıl Baltimore’da yaşamış olan Poe, o dönemde on üç yaşındaki kuzeniyle evlendi ve gazetecilik kariyerine başladı. Ancak 1849 yılında Baltimore’dan geçerken gizemli bir şekilde rahatsızlanıp tutarsız davranışlar sergiledikten kısa süre sonra hayatını kaybetti.
Başlangıçta yoksul bir mezara gömülen Poe’nun kalıntıları, 1875 yılında Westminster Kilisesi’nin kuzey tarafında, Green Caddesi boyunca yükselen etkileyici taş anıta taşındı. Bugün burası, edebiyatseverler ve tarih meraklıları için kutsal bir ziyaret noktası olarak kabul ediliyor.
19. yüzyılın başlarında inşa edilen ve 2006 yılında kapsamlı bir restorasyondan geçen Baltimore Bazilikası, Amerika Birleşik Devletleri’nde Bağımsızlık Bildirgesi’nden sonra yapılan ilk Roma Katolik katedrallerinden biri olma özelliği taşıyor.
Bu önemli yapıyı tasarlayan isim, Washington DC’deki Capitol Binası ve Beyaz Saray’ın bazı bölümlerini de şekillendiren ünlü mimar Benjamin Henry Latrobe. 1821 yılında kutsanan bazilika hem bir bölge kilisesi olarak hem de ulusal türbe olarak büyük bir öneme sahip.
Geleneksel haç planı ile inşa edilen yapının tam ortasında yükselen büyük kubbe hem mimari hem de sembolik açıdan etkileyici bir görsel oluşturuyor. İçerisinde birçok azizin hatırasını barındırmasının yanı sıra, Papa II. John Paul ve Rahibe Teresa gibi önemli dini figürlerin de ziyaret ettiği kutsal mekanlardan biri.
Baltimore Bazilikası, şehrin dini ve kültürel hayatında merkezi bir rol oynuyor ve tarih meraklıları için mutlaka görülmesi gereken bir durak.
1873 yılında ünlü mimarlar Dixon ve Carson tarafından inşa edilen Vernon Metodist Kilisesi, Baltimore’un Gotik mimarisinin güzel bir örneğini oluşturuyor. Şehrin kültür merkezlerinden biri olan Mount Vernon Meydanı’nda yer alan bu kilise, ihtişamlı taş işçiliği ve sivri kemerli pencereleriyle dikkat çekiyor.
Meydanın ilk büyük konutu ise 1829 yılında inşa edilen Charles Howard Eviydi. Tarih sahnesinde özel bir yeri olan Howard, aynı zamanda ünlü Yıldızlı Bayrakın (Star-Spangled Banner) yazarı Francis Scott Key’in kayınpederiydi. Key, 1843 yılında bu evde vefat etmiş ve Baltimore tarihine önemli bir iz bırakmıştır.
Mount Vernon’un tarih ve kültür atmosferini en iyi yansıtan bu mekanlar, Baltimore ziyaretinde mutlaka uğranması gereken duraklar arasında yer alıyor.
Baltimore’un sıra dışı sanat noktalarından biri olan Amerikan Vizyoner Sanat Müzesi (American Visionary Art Museum), geçmişte bir viski deposu olarak kullanılan tarihi bir yapıda yer alıyor. Müzede, sanatın sınırlarını zorlayan ve ilham veren yaklaşık 4.000 eserlik etkileyici bir koleksiyon sergileniyor.
Müzenin en dikkat çekici özelliklerinden biri, devasa boyutlardaki ve rüzgarla çalışan 15 metrelik hareketli heykel “Whirligig” konfigürasyonu. Bu mekanik sanat eserleri, izleyicilere sanatın sadece görsel değil, aynı zamanda hareket ve enerjiyle de nasıl canlanabileceğini gösteriyor.
67.000 metrekarelik sergi alanına sahip olan müze, yaratıcı ve özgün sanat anlayışını deneyimlemek isteyenler için Baltimore’da mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir durak.
Baltimore şehir merkezinin hemen kuzeyinde, sanatın kalbinin attığı Charles Köyü’nde bulunan Baltimore Sanat Müzesi, Claribel ve Etta Cone kardeşlerin koleksiyonları sayesinde adından sıkça söz ettiriyor. Picasso, Cézanne ve özellikle etkileyici bir Matisse koleksiyonuna ev sahipliği yapan müzede, toplamda 95.000’den fazla sanat eseri sergileniyor. Sanatseverler için gerçek bir hazine olan bu müze, zengin ve çeşitli koleksiyonuyla büyüleyici bir deneyim sunuyor.
Joseph Meyerhoff Senfoni Salonu
1916 yılında kurulan ve adını Baltimore Senfoni Orkestrası’nın eski başkanı Joseph Meyerhoff’tan alan bu konser salonu, şehrin kültürel hayatının önemli bir parçası. Ana salonu, 2.443 kişi kapasitesiyle geniş çaplı etkinliklere ev sahipliği yapıyor ve müzik tutkunları için unutulmaz performanslara sahne oluyor.
Federal Hill, Baltimore’un güney ucunda hem tarihi hem de manzarasıyla öne çıkan bir mahalle. 1812 Savaşı sırasında bir savunma noktası olarak kullanılan bu tepe, bugün hâlâ geçmişin izlerini taşıyor. Tepenin üzerinde görebileceğiniz replika toplar, buranın askeri önemini simgesel olarak hatırlatıyor.
Mahalle, tarihi tuğla sıra evleri, özgün butikleri, restoranları ve kafeleriyle canlı ve karakteristik bir atmosfere sahip. Aynı zamanda, Federal Hill’in çevresi sanat ve tarih meraklıları için de bir cazibe merkezi. Bölgede mutlaka ziyaret edilmesi gereken iki önemli müze var:
•American Visionary Art Museum – yaratıcı, sıra dışı sanatın merkezi
•Baltimore Museum of Industry – şehrin endüstriyel geçmişine büyüleyici bir bakış
Federal Hill Parkı’nın zirvesine çıkmak isteyenler için iki rota mevcut:
•Daha kısa ama dik bir yol isterseniz, Battery Avenue tarafından başlayan ve halk arasında “100. Merdiven” olarak bilinen merdivenleri kullanabilirsiniz.
•Eğer daha yumuşak bir eğim tercih ediyorsanız, Warren Avenue tarafındaki doğal yamaçtan çıkabilir, yol boyunca manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.
Zirveye ulaştığınızda, Baltimore Inner Harbor’ın muhteşem panoraması sizi bekliyor olacak. Fotoğraf çekmek için en güzel anlardan biri gün batımı!
Baltimore’un silüetinde gözden kaçması imkânsız olan Bromo-Seltzer Kulesi, 1907–1911 yılları arasında inşa edilmiş etkileyici bir saat kulesidir. 88 metre yüksekliğinde ve 15 katlı olan bu yapı, tamamlandığı 1911 yılından 1923’e kadar şehrin en yüksek binası unvanını taşıdı – ta ki Citizens National Bank binası zirveyi devralana kadar.
Kule, ünlü baş ağrısı ilacı Bromo-Seltzer’in mucidi Isaac Edward Emerson için, yerel mimar Joseph Evans Sperry tarafından tasarlandı. İlginç bir detay olarak, yapının tepesinde bir zamanlar devasa bir mavi Bromo-Seltzer şişesi dönüyordu. Işıklandırılmış bu şişe, geceleri limandan bile görülebiliyordu. Ne yazık ki, ağırlığı nedeniyle bu sembolik şişe 1930’larda kaldırıldı.
Bugün kule, yalnızca geçmişin sanayi zenginliğini temsil etmekle kalmıyor; aynı zamanda içerisinde sanatçı stüdyoları ve küçük galerilere ev sahipliği yaparak yeni bir kimliğe bürünmüş durumda. Ziyaretçilerin kuleye çıkarak hem Baltimore manzarasını izlemeleri hem de yapının tarihine tanıklık etmeleri mümkün.
New Jersey sınırları içinde yer alan Atlantic City, küçük bir sahil kenti olmasına rağmen, alışveriş, kumarhaneler ve Atlantik Okyanusu kıyısındaki plajlarıyla adından sıkça söz ettiriyor. Tatilciler için hem deniz havası hem eğlence hem de gece hayatını bir arada sunan özel bir yer.
Dönemin Amerika’sını anlatan ve Steve Buscemi’nin başrolünde oynadığı “Boardwalk Empire” dizisini izlediyseniz, Atlantic City’nin nasıl kurulduğuna dair oldukça renkli bir fikir edinebilirsiniz. Dizi, bu sahil kasabasının nasıl bir kumar ve siyaset merkezi haline geldiğini dramatik bir dille gözler önüne seriyor.
1921 yılında Amerika’nın ilk güzellik yarışması da burada düzenlenmiş. Bu etkinlik, şehrin ulusal çapta tanınmasını sağlamış. 1972’de tamamlanan, 41.000 kişi kapasiteli dev kongre merkezi ise şehri yalnızca bir tatil değil, aynı zamanda önemli bir kongre ve etkinlik destinasyonu haline getirmiş.
Kısacası Atlantic City, geçmişin nostaljisiyle bugünün ışıltısını harmanlayan hem sahil keyfi hem de şehir eğlencesi arayanlar için cazip bir kaçamak noktası.
Las Vegas’ı hepimiz biliriz: çölün ortasında, kaktüsler arasında yükselen bir ışık cenneti, dört bir yanı kumarhanelerle çevrili bir eğlence vahası. İşte Atlantic City de bu konsepti alıp, çöle değil okyanus kıyısına taşımış versiyonu gibi. Hatta bu yüzden “Doğu’nun Las Vegas’ı” olarak anılıyor.
Atlantic City, New Jersey eyaletinde, New York’a sadece 2–3 saat mesafede yer alıyor. Las Vegas’a gitmeyi uzak bulan, özellikle New Yorklular için yaratılmış adeta. Kumarhaneleri, sahil yürüyüş yolu (boardwalk), alışveriş alanları ve kongre merkeziyle yılın her dönemi canlı bir atmosfer sunuyor.
Şehir, tarih boyunca kasırgalar ve doğal afetler gibi zorluklar yaşamış olsa da her defasında kendini toparlamayı başarmış. 1820’lerde bir sahil kasabası olarak potansiyeli fark edilince, demiryolu hattı buraya kadar uzatılmış, böylece şehrin bugünkü hareketli yaşantısının temelleri atılmış.
1900’lerden II. Dünya Savaşı’na kadar Atlantic City, Frank Sinatra gibi efsane isimlerin sahne aldığı bir eğlence merkeziydi. 1950’lerde duraklama dönemi yaşasa da, 1976’da kumarın yasal hale gelmesiyle şehir ikinci altın çağını yaşadı.
Bugün Tropicana, Caesars ve Hard Rock Hotel & Casino gibi dev isimler, şehrin kumarhane haritasını oluşturuyor.
Amerika’da kumarhaneler sadece özel yasal zeminlerde, özellikle de Kızılderili “rezervasyon” topraklarında faaliyet gösterebiliyor. Bugün, 240’tan fazla kabileye ait 500’ün üzerinde kumar işletmesi bulunuyor.
Birçok yerli Amerikan kabilesi, bu işletmeler sayesinde kendi topluluklarına istihdam ve gelir sağlıyor. Örneğin Seminole Kabilesi, dünyaca ünlü Hard Rock markasını işletiyor ve milyarlarca dolarlık bir gelir yaratıyor.
ABD’nin en büyük kumar merkezlerinden bazıları da işte bu rezervasyon arazileri üzerinde yer alıyor. Bu yapı, yalnızca bir eğlence sektörü değil, aynı zamanda yerli toplulukların ekonomik bağımsızlığına giden bir yol olarak da öne çıkıyor.
Atlantic City denince akla ilk gelen şeylerden biri, kuşkusuz filmlerden de aşina olduğumuz o meşhur tahta yol: Boardwalk.
Tam 10 kilometre uzunluğundaki bu yürüyüş yolu, sadece şehrin değil, aynı zamanda Amerikan sahil kültürünün de simgelerinden biri. 1870 yılında, plaj ile şehir arasındaki geçişi sağlamak için inşa edilen bu yol, dünyanın ilk tahta kaldırımı olma özelliğini taşıyor.
Okyanus manzarası eşliğinde yürüyüş yapabileceğiniz, sağlı sollu kumarhaneler, mağazalar, eğlence mekanları ve atıştırmalık büfeleriyle dolu bu yol, her yaştan ziyaretçiye hitap ediyor. Gündüzleri sıcak güneşin, akşamları ise neon ışıkların altında apayrı bir atmosfere bürünen Boardwalk, şehrin hem ruhu hem sahnesi.
Atlantic City’nin tüm hareketliliği burada atıyor diyebiliriz. Tatil boyunca mutlaka en az birkaç kez üzerinden geçeceğiniz, şehrin nabzını en iyi hissedeceğiniz yer.
Atlantic City’nin uçsuz bucaksız okyanus manzarası eşliğinde uzanan geniş plajlarında, sahil boyunca sıralanmış barlar ve restoranlar sizi bekliyor. Gün boyunca denizin tadını çıkarırken, akşamüstü saatlerinde sahil mekanlarında müzikler yükselmeye başlıyor; danslar, kahkahalar ve eğlenceler plaj boyunca yayılıyor.
Eğer daha önce Mykonos’a gittiyseniz, burada da benzer bir ruhla karşılaşacaksınız: Ayaklarınız kumda, bir yanda okyanus dalgaları, diğer yanda ritmini yükselten müzikler… Elinizde bir Pina Colada ya da soğuk bir bira ile güneşi batırmak ise bu deneyimi unutulmaz kılıyor.
Annapolis Maryland eyaletinin başkenti.
Yolun iki tarafı sıra sıra dükkanlar ve 1 km etmeyecek bir caddesi var. Caddenin sonunda Maryland State House denilen, Annapolis'in başkent olduğunda kullanılmış bina mevcut. Maryland Eyalet Meclisi, Maryland Genel Meclisi, Temsilciler Meclisi Başkanı ve Senato Başkanı, Maryland Valisi ve Lt. Valisi'ne ev sahipliği yapmakta.
Annapolis’in kalbi adeta denizle atıyor. Şehrin deniz kıyısı, bizim alışık olduğumuz marinaları andırıyor ama çok daha büyük ve hareketli. Kıyı boyunca sıralanmış binlerce irili ufaklı tekne, yat ve yelkenli adeta bir deniz festivalini andırıyor.
Amerika’nın “Yelken Başkenti” olarak da bilinen Annapolis, denizciliğe tutkuyla bağlı bir şehir. İster profesyonel bir denizci olun, ister sadece deniz kenarında yürüyüş yapmayı seven biri, buranın huzurlu ama canlı atmosferi sizi içine çekiyor.
Annapolis’in sokaklarında yürürken, kendinizi adeta 18. yüzyılın sonlarına ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. Kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş görkemli evler, şehrin tarihî kimliğini sessizce korurken, onların yanında sıralanan pastel renkli tahta kulübeler ve eski ticari yapılar da geçmişin izlerini bugüne taşıyor.
Daracık sokaklar, bu tarihî yapılarla birlikte limana kadar kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Her köşede, Amerikan tarihine tanıklık etmiş bir pencere, bir kapı ya da bir tabela karşınıza çıkıyor. Bu şehirde zamanın ağır ağır aktığını hissediyorsunuz; modern hayatın telaşı yerine, sakinlik ve zarafet hâkim.
Annapolis, aynı zamanda ABD Deniz Harp Okulu’na (U.S. Naval Academy) da ev sahipliği yapar. 1845 yılında kurulan bu prestijli akademi, Amerikan donanmasının subaylarını yetiştirmektedir. Akademi kampüsü, mimarisi ve deniz kenarındaki konumuyla oldukça etkileyicidir. Ziyaretçilere açık bölümleriyle de tarih ve denizciliğe ilgi duyanlar için mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir.
Tarih, siyaset ve denizciliğin iç içe geçtiği Annapolis, bu yönleriyle sadece bir başkent değil; aynı zamanda Amerikan kimliğinin şekillendiği önemli bir sahnedir.
Annapolis’in tam merkezinde, Church Circle (Kilise Çemberi) üzerinde yer alan St. Anne’s Kilisesi, şehrin hem tarihî hem de ruhani dokusunun önemli bir parçasıdır. 1692 yılında bir cemaat olarak kurulan kilise, 1700’lü yıllarda burada inşa edilen ilk yapısıyla şehrin en eski dini yapılarından biri olmuştur.
Ancak şehrin büyüyen nüfusu ve cemaatin artan ihtiyaçları doğrultusunda, bu ilk kilise 1775 yılında yıkılmış, yerine daha büyük bir yapı inşa edilmek istenmiştir. Ne var ki, tam da bu dönemde Amerikan Devrimi patlak verdiği için yeni kilisenin yapımı savaş sonrasına ertelenmiş ve nihayet 1792 yılında ikinci yapı tamamlanabilmiştir.
Ne yazık ki bu ikinci kilise de uzun ömürlü olamamıştır; 1858 Sevgililer Günü’nde çıkan büyük bir yangınla tamamen yok olmuştur. Bunun üzerine, bugün ziyaret edebileceğimiz mevcut yapı 1859 yılında tamamlanarak hizmete açılmıştır. Gotik mimarisi ve zarif vitray pencereleriyle dikkat çeken kilise, günümüzde hem ibadet hem de kültürel ziyaretler için açıktır.
St. Anne’s, sadece bir ibadethane değil, aynı zamanda Annapolis’in geçirdiği tarihi evrelerin sessiz bir tanığıdır.
Maryland Eyalet Meclis Binası’nın bulunduğu arazide, gözlerden biraz uzakta ama tarih meraklılarının dikkatini çekecek kadar anlamlı bir yapı yer alıyor: Eski Hazine Binası (Old Treasury Building).
Bu küçük kır evi büyüklüğündeki yapı, 1735 yılında inşa edilmiş ve dönemin sömürge Maryland’inin döviz rezervlerini güvenle saklamak üzere kullanılmış. O dönemde, modern anlamda banka yapıları henüz yaygın olmadığından, böyle mütevazı yapılar büyük sorumluluklar üstlenmiş. Bugün hâlâ ayakta olan bu bina, Amerika’daki en eski kamu hazinesi yapılarından biri olarak kabul ediliyor.
Annapolis’e gelen ziyaretçiler için çoğu zaman gözden kaçan bu yapı, aslında Amerika’nın ekonomik tarihine dair sessiz ama çok şey anlatan bir sayfa gibi.
Governor’s Mansion, Maryland valisinin resmi konutudur. Annapolis’te, eyaletin tarihi başkentinde yer alır. Bu zarif yapı, Maryland Eyalet Konağı (Maryland State House) ve iki meclisli yasama organı olan Maryland Genel Meclisi binalarının hemen yanında konumlanmıştır. 1870 yılında Viktoryen tarzda inşa edilen konut, o tarihten bu yana eyalet valilerine ev sahipliği yapmaktadır. Sadece resmi ikametgâh değil, aynı zamanda devlet konuklarını ağırlamak için de kullanılmaktadır.
Annapolis’in en dikkat çekici tarihi yapılarından biri olan Old Post Office, Church Circle ile Northwest Caddesi’nin kesişiminde yer alıyor. 1901 yılında, dönemin ABD Hazine Bakanlığı tarafından tasarlanan bu etkileyici bina, mimar James Knox Taylor’un imzasını taşıyor. Taylor, özellikle küçük kasabalarda kalıcı izler bırakacak nitelikte kamu binaları inşa etmeye önem veren bir anlayışla çalışmış. Bugün hem mimarisiyle hem de tarihî dokusuyla Annapolis’te mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.
Annapolis’in tam kalbinde, Eyalet Çemberi’nin (State Circle) merkezinde yer alan bu etkileyici bina, 1772–1779 yılları arasında inşa edilmiştir. Korint sütunlarıyla dikkat çeken Maryland State House, Amerika Birleşik Devletleri’nde hâlâ aktif olarak kullanılan en eski eyalet parlamento binası olma unvanına sahiptir.
Tarihî önemi yalnızca eyalet düzeyiyle sınırlı değil; 1783–1784 yılları arasında kısa bir süreliğine ABD Kongresi burada toplanmış ve Paris Antlaşması 14 Ocak 1784’te yine bu binada onaylanarak Amerikan Bağımsızlık Savaşı resmen sona erdirilmiştir.
Court House – Adalet Sarayı
State House’un hemen karşısında yer alan bu etkileyici yapı, klasik mimarisiyle dikkat çekiyor. Uzun sütunları ve simetrik cephesiyle adeta bir adalet tapınağını andıran bina, eskiden Maryland Court of Appeals olarak bilinen, günümüzdeki adıyla Maryland Supreme Court’a ev sahipliği yapmaktadır.
Burası, eyaletin en yüksek yargı organıdır ve temyiz davalarının son durağıdır. Mimarisiyle olduğu kadar taşıdığı hukuki önemle de Annapolis’in sembol yapılarından biridir.
Annapolis’te, King George Caddesi’nin hemen dışında yer alan 19 Maryland Avenue’daki Hammond-Harwood House, şehrin en zarif tarihi evlerinden biri. 1774 yılında, İngiliz mimar William Buckland tarafından Anglo-Palladian tarzında tasarlanan bu kırmızı tuğlalı villa, 18. yüzyıl dekoratif sanatlarının en seçkin örneklerine ev sahipliği yapıyor.
Ev, simetrik iki kanadın merkezi bir salonla birleştiği klasik Palladian plana sahip. Özellikle oyma detaylarla süslenmiş zarif ön kapısı ve ahşap işçiliği, Buckland’ın ustalığını gözler önüne seriyor. Ancak güzelliğinin ardında biraz da hüzünlü bir hikâye gizli: Evin orijinal sahibi, inşa sürecine öylesine takıntılı hale gelmiş ki nişanlısı onu terk etmiş. Bu kalp kırıklığıyla 38 yaşında hayata veda etmiş. Üstelik mimar Buckland da ev tamamlanmadan kısa süre önce gizemli bir şekilde yaşamını yitirmiş.
Bugün hem mimarisi hem de içinde barındırdığı dönem mobilyaları, tabloları ve sanat eserleriyle ziyaretçileri zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Mimari ve tarih meraklıları için mutlaka görülmesi gereken bir durak.
1696 yılında Kral William Okulu olarak kurulan St. John’s College, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en eski üçüncü yükseköğretim kurumudur (ilk iki sırada Harvard ve William & Mary yer alır). Bugün, yaklaşık 450 öğrencilik küçük ama seçkin bir liberal arts kolejidir.
Kampüs sadece akademik tarihiyle değil, aynı zamanda doğal bir anıtla da dikkat çeker: “Özgürlük Ağacı” olarak bilinen dev lale ağacı (tulip poplar). Belki de kolejin kendisinden bile yaşlı olan bu görkemli ağaç, geçmişte yerli halkla yapılan antlaşmalara, sömürgecilerin toplantılarına, Amerikan Devrimi mitinglerine ve hatta Birlik askerlerinin kamp kurmasına tanıklık etmiş.
Zamanın akışına direnen bu ağaç, kolejin kalbinde adeta yaşayan bir tarih anıtı gibi duruyor.
Governer Calvert House
58 State Circle’da yer alan bu tarihi yapı, 1720’lerde inşa edilmiş ve ilk sakini 1720–1727 yılları arasında Maryland Valisi olan Charles Calvert’ti. O dönemde sadece 1,5 katlı, kırma çatılı mütevazı bir yapı olan ev, 1764’te çıkan büyük bir yangında ağır hasar gördü. Calvert ailesi bu olaydan sonra kırsala taşınırken, evin kalıntıları daha sonra iki katlı Gregoryen tarzı yeni bir yapıya entegre edildi ve 1784’e kadar eyalet tarafından askeri kışla olarak kullanıldı.
1800’lerden 1854’e kadar birkaç kez el değiştiren mülk, sonunda Annapolis Belediye Başkanı Abram Claude’un eline geçti. Claude, yapıya Viktorya dönemi unsurlarını ekleyerek geniş çaplı bir yenileme yaptı.
1900’lü yıllarda ise mülk, Paul Pearson tarafından satın alındı ve büyük bir hana dönüştürülmesi amacıyla restorasyon sürecine alındı. Historic Annapolis ile yapılan iş birliği sayesinde yürütülen arkeolojik araştırmalarda, yapının bodrumunda oldukça ilginç bir bulguya rastlandı: tropikal sera ısıtma sistemi olarak kullanılan eski bir hipokost!
Bugün, bu tarihi bina hem konaklama hem de mimari meraklıları için büyüleyici bir keşif noktası.
Robert Johnson House
Annapolis’in merkezinde, 23 State Circle’da yer alan bu güzel tuğla ev, 1772 yılında berberlik yapan Robert Johnson’un torunu tarafından inşa edildi. Johnson, arsayı 1772’de satın almış, ev ise bir yıl sonra tamamlanmıştır. 1856 yılına kadar yapı Johnson ailesinin elinde kaldı.
Zamanla çevresindeki arsalarda da gelişmeler yaşandı: 1808 yılında Elizabeth Thompson, muhtemelen 1 School Street’teki küçük ahşap evi inşa etti. Ardından, 1790–1792 yılları arasında Archibald Chisolm, 5 School Street’te iki katlı bir ahşap ev daha yaptı.
1880 yılında William H. Bellis, Johnson ailesinin evini satın aldı ve binanın Main Street’e bakan cephesinde bir terzi dükkânı açtı. 1902’de hayatını kaybettikten sonra mülk, kızı Maud Morrow’a geçti. Maud, School Street’teki iki evi de satın alarak bu üç yapıyı birleştirdi ve Morrow Apartmanları adıyla kullanmaya başladı.
Yıllar sonra tüm kompleks, Historic Inns of Annapolis tarafından satın alındı ve restore edilerek tarihi bir otele dönüştürüldü.
Shiplap House
18 Pinkney Street’te yer alan Shiplap House, 1715 yılında bir taverna olarak inşa edilmiş. Günümüzde ise, geçmişi yaşatan küçük ama etkileyici bir müze olarak ziyaretçilere kapılarını açıyor.
Arka bahçesinde, sömürge döneminde kullanılan çeşitli tıbbi bitkilerin yetiştirildiği bir bitki bahçesi bulunuyor. Bu detay, yalnızca mimari değil, aynı zamanda dönemin yaşam biçimi hakkında da fikir veriyor. İçerideki sergiler, 18. yüzyıl Annapolis’inde sıradan bir günün nasıl geçtiğini gözünüzde canlandırmanıza yardımcı oluyor
Tobacco Prise House
Yine Pinkney Street üzerinde, 4 numarada yer alan Tobacco Prise House, bir zamanlar tütün yapraklarının işlendiği ve depolandığı küçük bir sömürge dönemi yapısıydı. O dönemlerde tütün, bölgenin en değerli ticaret ürünlerinden biriydi.
Bugün mütevazı bir yapı gibi görünse de içeride yapılan açıklamalar sayesinde tütünün nasıl işlendiği, ne tür araçların kullanıldığı ve bu ürünün o dönem ekonomisindeki yeri hakkında oldukça çarpıcı bilgiler edinmek mümkün.
Bir zamanlar soylulaştırıcı şehir projelerinden kaçırılmış, belki de göz ardı edilmiş bu küçük yapı, şimdi geçmişi koruyan önemli bir durak haline gelmiş.
Annapolis’in tarihi dokusunu yansıtan bir diğer önemli yapı da 1765 yılında inşa edilen William Paca Evi. Bu zarif kolonyal konak, Amerikan Bağımsızlık Savaşı döneminde önemli rol oynamış olan William Paca’ya aitti. Paca, hem Maryland Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzacılarından biri hem de sonrasında Maryland Valisi olarak görev yapmış etkili bir liderdi. Günümüzde titizlikle restore edilmiş olan ev ve çevresindeki 2 dönümlük İngiliz tarzı bahçe, ziyaretçilere 18. yüzyıl yaşamına dair eşsiz bir bakış sunuyor.
Annapolis City Dock’ta yer alan bu anlamlı anıt, Amerika’ya zorla getirilen Afrikalı bir genç olan Kunta Kinte’nin ayak bastığı yeri simgeler. Pulitzer ödüllü yazar Alex Haley, dünya çapında ses getiren Roots (Kökler) adlı romanında, kendi atası olan Kunta Kinte’nin hayatını anlatmıştır. Anıtta, Haley’in bir banka oturmuş şekilde, farklı etnik kökenlerden üç çocuğa hikâyesini anlattığı bronz bir heykel yer alır. Hem kölelik tarihine bir yüzleşme hem de kültürel mirasa bir saygı duruşu niteliğindedir.
Annapolis’te Severn Nehri’ne bakan bu tarihi konak, Amerika tarihine iz bırakmış Katolik Carroll ailesinin şehirdeki önemli ikametgâhıdır. Evin en tanınmış sakini olan Carrolltonlu Charles Carroll, 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayan tek Katolik olarak öne çıkar. Dini inancı nedeniyle uzun yıllar ayrımcılığa maruz kalan Carroll, yine de kişisel, siyasi ve dini özgürlüklerin savunucusu olarak tarihe geçmiştir.
Bu mülk, üç nesildir Maryland tarihine yön veren bir ailenin evidir: Maryland’in ilk Başsavcısı olan Charles Carroll the Settler, oğlu Annapolisli Charles Carroll ve torunu Carrolltonlu Charles Carroll bu evde yaşamıştır. Carrolltonlu Charles Carroll, 1770 yılında mülkte kapsamlı bir dönüşüm başlatarak, dönemin modasına uygun, simgesel anlamlar taşıyan resmi bir bahçe tasarlamıştır. Bahçe, 3-4-5 oranlı dik üçgen biçiminde planlanmış olup, hipotenüsü Duke of Gloucester Caddesi’ne paralel olacak şekilde yerleştirilmiştir. Bu detay hem mimari hem de simgesel açıdan dikkat çekicidir.
Eski limanlar, modern müzeler…
Poe’nun izleri hâlâ sokaklarda.
Akvaryumda renkli bir mola, yengeç kekleriyle lezzetli bir öğle vakti.
Biraz sis, bolca karakterli Baltimore.
Sakin, zarif, tarih dolu Annapolis.
Kolonyal evler arasında yürürken bir anda 18. yüzyıldasınız.
William Paca’nın bahçesinde huzur, Kunta Kinte Anıtı’nda derin bir yüzleşme.
Sessiz bir başkent gibi; çok şey anlatıyor ama fısıltıyla.
Deniz, rüzgâr ve retro eğlence.
Atlantic City’de yürürken biraz Las Vegas, biraz sahil kasabası.
Güneş batarken dönme dolapta manzara bir başka güzel.
Biraz oyun, biraz anı, bolca serbestlik.
Yolda olmak hâlâ güzel.
Her şehir başka bir his, her durak ayrı bir tat.
Sırada New England yani
New Haven, Rhode Island, New Hampshire, Boston var…
Uğranacak yer çok, önce haritaya bir göz atıp öyle yola koyulalım.
Bu gezimde de mekanların tarihleri, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:
New York Eye Witness Travel Guides
Let’s Go Washington D.C.
USA The Rough Guide
Frommer’s Philadelphia & the Amish Country
Baska Kentler, Baska Denizler 3_ Murat Belge
Huseyin Sayin
Gezimanya
Wikipedia
Blondie on the road
Emeğe saygı önemli
Tavsiye ettiğim yerlerle bir iş birliğim veya reklamım yok.
Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir, içinde olduklarım hariç.