Doğu Amerika Günlükleri 2: Princeton ve Philadelphia
Princeton ve Philadelphia yazısı
Doğu Amerika Günlükleri 2:
Şehirler, Üniversiteler, Anılar…
Princeton’da Bir Durak ve Eve dönüş Philadelphia…
Normalde yolunuz buraya pek düşmez; özellikle de Princeton Üniversitesi’nde okumuyorsanız. Ama eğer bir gün yolunuzu New York’tan Philadelphia’ya çevirirseniz, arada kısa bir mola için Princeton’a uğramaya kesinlikle değer.
New York’a arabayla yaklaşık 1,5 saat mesafede yer alan Princeton, ABD’nin en köklü üniversitelerinden birine ev sahipliği yapıyor. 1746 yılında kurulmuş olan üniversite, başlangıçta New Jersey’in başka bir şehrinde açılmış, birkaç kez yer değiştirdikten sonra 1756 yılında bugünkü kampüsüne, o zamanlar “Prince’s Town” olarak bilinen bu küçük yerleşim alanına taşınmış. Zamanla üniversite, bulunduğu şehre adını vermiş.
Bugün Princeton, yemyeşil sokakları, sakin atmosferi ve tarih kokan binalarıyla tam bir üniversite kasabası. Kentin ruhunu belirleyen en büyük unsur elbette üniversitenin kendisi. Mezunları arasında ABD başkanları Woodrow Wilson ve James Madison’dan, Hollywood yıldızı James Stewart’a ve Muhteşem Gatsby‘nin yazarı F. Scott Fitzgerald’a kadar pek çok önemli isim var. Fitzgerald’ın romanlarında Princeton’daki gençlik yıllarının izlerini görmek mümkün.
Merak edenler için güncel eğitim ücretlerine de bir göz atalım:
Princeton Üniversitesi (2024–2025 akademik yılı):
• Eğitim Ücreti: 62.400 USD
• Konaklama: 11.910 USD
• Yemek: 8.340 USD
• Diğer Giderler: 4.050 USD
• Toplam: 86.700 USD
Her yönüyle etkileyici bir yer Princeton. İster sadece kısa bir yürüyüş yapın, ister kampüsü gezip öğrencilerle sohbet edin; bu küçük kasaba büyük bir tarihin sessiz tanığı.
Princeton’da yürüyüşe çıkmak, adeta tarihin sessiz sayfalarında gezinmek gibi. Üniversite kampüsünün güneybatısında uzanan Mercer Caddesi, bu hissi en yoğun yaşayacağınız yerlerden biri. Caddenin iki yanına dizilmiş sömürge döneminden kalma zarif evler; panjurları, sütunları ve demir ferforje çitleriyle adeta geçmişin zarafetini bugüne taşıyor.
Bu caddede yalnızca güzel evler değil, önemli tarihî duraklar da bulunuyor. Mercer Caddesi’nin yaklaşık bir mil dışında yer alan Princeton Battlefield State Park (Savaş Alanı Eyalet Parkı), Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın önemli çarpışmalarından birinin yaşandığı alan. Parkın içinde yer alan Thomas Clarke Evi, dönemin bir Quaker çiftliğiydi ve savaş sırasında sahra hastanesi olarak kullanıldı. Bugün müze olarak ziyaret edilebiliyor.
Mercer Caddesi boyunca yürürken, dış görünüşüyle son derece sade ama bir o kadar da özel bir eve rastlayabilirsiniz: 500 Mercer Street. Burası, modern fiziğin dâhilerinden Albert Einstein’ın yaşadığı evdi. Einstein, Princeton’daki Institute for Advanced Study (İleri Araştırmalar Enstitüsü)’nde çalışırken burada ikamet etmişti. Her ne kadar ev halka açık olmasa da önünden geçerken bile insan biraz heyecanlanıyor.
Princeton Üniversitesi’nin huzurlu atmosferi ve etkileyici gotik mimarisi, kampüs gezilerini adeta bir zaman yolculuğuna dönüştürüyor. Ana girişin hemen içinde yer alan Nassau Hall, 1756 yılında inşa edildiğinde ülkenin en büyük taş binasıydı. 26 inç (yaklaşık 66 cm) kalınlığındaki duvarları, hem Amerikan Bağımsızlık Savaşı hem de İngiliz saldırıları sırasında çıkan yangınlara direnmeyi başarmış. Bugün bu tarihi yapı, mezunlar tarafından yerleştirilen plaketler ve onarım izleriyle süslenmiş durumda.
Nassau Hall, yalnızca üniversitenin değil, bir dönem ülkenin de merkeziydi. 1783 yılında Princeton, çok kısa bir süreliğine Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal başkenti olarak görev yaptı ve Nassau Hall, federal hükümetin geçici merkezi oldu.
Kampüs içinde yürürken gözünüze çarpacak bir diğer yapı ise, 1925 yılında tamamlanan University Chapel (Üniversite Şapeli). İngiltere’deki King’s College Cambridge’in gotik mimarisinden esinlenilerek inşa edilen bu etkileyici şapel, yalnızca dini bir yapı değil, aynı zamanda sanatsal bir başyapıt. İçindeki vitray pencerelerde İncil’den sahnelerin yanı sıra Dante, Shakespeare ve Milton gibi edebiyat devlerinin eserlerinden sahneler yer alıyor.
Sanatseverler için kampüsün ortasında yer alan Princeton University Art Museum (Sanat Müzesi) mutlaka görülmeli. Bahçesinde yer alan etkileyici “The Cloaked Rider” (Posse) heykeli, ilk bakışta dikkat çekiyor. Müzenin koleksiyonu ise gerçekten etkileyici: Rönesans’tan modern sanata uzanan çizgide Modigliani, Van Gogh, Warhol gibi ustaların eserlerinin yanı sıra, Çin ve Kolomb öncesi uygarlıklara ait arkeolojik parçalar da burada sergileniyor.
Philadelphia’ya neden mi geldik? Biraz geçmişe dönmek, biraz da geleceğe bir şeyler bırakmak için. 2000–2001 ve 2006 yılları arasında yaşadığımız bu şehir, Akif’in Wharton’da geçirdiği yıllarla hayatımızda özel bir yer edindi. Bu seferki gelişimiz ise kızımıza hem bu anıları göstermek hem de buranın tarihi anlamını anlatmak içindi.
Şehir, Amerika Birleşik Devletleri tarihinde çok önemli bir yere sahip. 1701 yılında William Penn tarafından kurulan Philadelphia, bir dönem ülkenin ilk başkenti olarak hizmet vermiş. En çok da “Declaration of Independence” (Bağımsızlık Bildirgesi)’nin 1776’da burada, Independence Hall’da imzalanmasıyla tanınıyor. Yani burası Amerikan demokrasisinin doğduğu yer.
İlk iş olarak, üniversite yıllarımızda yaşadığımız bölgeye gittik. Eski oturduğumuz Chestnut Hall’u kızımıza gösterdik. Yıllar sonra aynı sokaklarda yürümek, aynı binalara bakmak hem tanıdık hem de garip bir duyguydu. Aradan geçen 25 yılda neler değişmiş diye sokak sokak dolaşmaya başladık.
İsterseniz Independence Hall, Liberty Bell, Reading Terminal Market gibi ikonik yerlerden bahsederek bu kısmı zenginleştirebiliriz. Anılarınızı daha da dokunaklı hale getirmek için kızınızın tepkileri veya o anki duygularınızı da ekleyebiliriz.
Philadelphia’da beni en çok etkileyen yerlerin başında, eski bir hapishane olan Eastern State Penitentiary (Doğu Eyalet Hapishanesi) geliyor. Gotik mimarisiyle zaten uzaktan bile dikkat çeken bina, bugün müze olarak ziyaret edilebiliyor. Ama geçmişi çok daha etkileyici — ve biraz da ürkütücü.
1829 yılında açılan hapishane, 1971 yılına kadar tam 142 yıl boyunca faaliyette kalmış. Açıldığı dönemde hem Amerika’nın en geniş alana sahip cezaeviymiş hem de en pahalıya mal olanı. Sadece mimari yapısıyla değil, konseptiyle de öncüymüş: Dünya çapında 300’den fazla hapishane bu modelden esinlenerek inşa edilmiş.
İçerideki sistem de dönemine göre hayli ileriymiş. Merkezi ısıtma, su tesisatı ve sifonlu tuvaletler, daha Beyaz Saray’da bile yokken burada varmış! 45.000 metrekarelik alana yayılan yapıda tam 980 hücre bulunuyor. Her biri tek kişilik; çünkü mahkumların yalnızlık içinde düşünerek “düzelmeleri” hedeflenmiş — bu yüzden de sistemin adı penitentiary, yani “pişmanlıkla arınma”.
Hapishanenin tarihine dair ilginç hikâyeler de var. Örneğin, 1923’te kaçmayı başaran Leo Callahan, bugüne kadar bir daha yakalanamamış. Toplamda yüzü aşkın mahkûm kaçmış ama hepsi bir şekilde geri getirilmiş, bir tek o hâlâ “kayıp”. Ayrıca, 1945 yılında aralarında ünlü banka soyguncusu Willie Sutton’ın da bulunduğu 12 mahkûm, tünel kazarak kaçmış. Restorasyon sırasında hapishane altında tam 30 adet bitirilememiş tünel tespit edilmiş!
Hapishanenin en sıra dışı mahkûmu ise kesinlikle bir köpek. Evet, yanlış duymadınız: Pep adındaki bu siyah labrador, 1924 yılında Pennsylvania valisinin eşine ait bir kediyi “öldürdüğü” gerekçesiyle ömür boyu hapse mahkûm edilmiş! Elbette bu olayın biraz da sembolik ve medyatik yönü varmış ama Pep’in cezaevi kayıtlarında mahkûm numarasıyla poz verdiği bir fotoğrafı bile var.
Son olarak, Brad Pitt ve Bruce Willis’in rol aldığı 1995 yapımı “Twelve Monkeys” filmi de burada çekilmiş. Gerçi filmde mekân, bir akıl hastanesi olarak kullanılmış ama binanın atmosferi beyaz perdeye birebir yansımış diyebiliriz.
Philadelphia deyince çoğu insanın aklına ilk gelen görüntülerden biri, Rocky Balboa’nın gözümüzün önüne kazınmış o koşusu olur. İşte o ikonik sahneye ev sahipliği yapan yer, şehrin en büyük kültür hazinelerinden biri: Philadelphia Museum of Art.
Müze öndeki meşhur merdivenlerin hemen altında, bronz Rocky heykeli yer alıyor. Orijinal olarak film çekimleri için merdivenlerin üst kısmına yerleştirilen heykel, daha sonra yapımcılar tarafından şehre hediye edilmiş ve bugünkü yerine taşınmış. Hâlâ en çok fotoğraf çekilen noktalardan biri.
Ama müze sadece Rocky ile sınırlı değil elbette. İçeride tam 200 galeri ve 300.000’den fazla sanat eseri bulunuyor. Avrupa’dan Asya’ya, çağdaş sanattan antik döneme kadar uzanan koleksiyonuyla ABD’nin üçüncü en büyük sanat müzesi konumunda. Van Gogh, Monet, Duchamp, Picasso gibi dev isimlerin eserlerinin yanı sıra, tarihi zırhlar, tapınak bölümleri, Asya sanatı ve Amerikan modernizmine dair pek çok dikkat çekici bölüm mevcut.
Rocky için gelenler çoğu zaman içeriyi gezmeden ayrılıyor ama aslında bu yapı, Philadelphia’nın sadece popüler değil, entelektüel ruhunu da yansıtıyor.
Müzenin girişine çıkan tam 72 basamak, bugün “Rocky Steps” olarak biliniyor. Sylvester Stallone’un canlandırdığı Rocky karakteri, 1976 yapımı ve 3 Oscar ödüllü “Rocky” filminde, bu merdivenleri “Gonna Fly Now” müziği eşliğinde koşarak çıkar — ve sonunda ellerini havaya kaldırarak tüm dünyaya unutulmaz bir sahne armağan eder. Bu sahne, o kadar ikonik hale gelir ki, ben de bu merdivenlerde Rocky gibi koşup aynı pozu vermeden edemedim.
Philadelphia’daki Rodin Museum, Fransa dışındaki en kapsamlı Auguste Rodin koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Paris’teki orijinal Rodin Müzesi’nden sonra gelen bu özel müze hem sanat hem de hikâyesiyle gerçekten etkileyici.
Müze, şehre sinema salonları zincirinden büyük servet elde etmiş bir iş insanı olan Jules Mastbaum tarafından hediye edilmiş. Mastbaum, 1923 yılında Rodin’in eserlerinden bir koleksiyon oluşturup bir müze kurma hayalini gerçekleştirmek için çalışmaya başlamış. Bronz heykeller, alçı kalıplar, karakalem çizimler, baskılar, mektuplar ve kitaplar derleyerek oldukça zengin bir arşiv oluşturmuş.
Sadece eserleri değil, binayı da özel olarak tasarlatmış. Fransız mimarlar Paul Cret ve Jacques Gréber’i görevlendirerek, Rodin’in sanatına yaraşır bir mimari atmosfer yaratmak istemiş. Ne yazık ki müzenin açılışını görecek kadar uzun yaşayamadı; ama onun vizyonu sayesinde bugün bu eşsiz koleksiyon halka açık olarak sergileniyor.
Müzenin en ikonik parçalarından biri elbette “The Thinker” (Düşünen Adam) heykeli. Bahçede yer alan bu eser, ziyaretçileri daha kapıdan girerken Rodin’in dünyasına davet ediyor.
Philadelphia’da görkemli yapılar arıyorsanız, şehrin tam merkezindeki City Hall (Belediye Binası) ile başlayabilirsiniz. 167 metre yüksekliğiyle, uzun yıllar boyunca dünyanın en yüksek taş binası unvanını taşıyan bu devasa yapı, Amerikan mimarisinin başyapıtlarından biri. İlginçtir ki, binanın yapımında hiç çelik iskelet kullanılmamış. Tamamen taş ve tuğladan inşa edilen yapı, aynı zamanda ABD Ulusal Tarihi Yapılar Listesi’nde yer alıyor.
Sekiz katlı bu binanın tepesinde, şehri yukarıdan izleyen William Penn heykeli bulunuyor. Penn, Pennsylvania Eyaleti’nin kurucusu ve Philadelphia’nın planlayıcısı olarak tarihe geçmiş önemli bir figür. Rivayet odur ki, William Penn’in heykelinden daha yüksek bina yapılana kadar Philadelphia spor takımları şampiyon olamamış!
City Hall’den sonra 3. Cadde’yi geçip tarihin derinliklerine doğru yürüyebilirsiniz. 1875 yılına tarihlenen ve 309–313 Arch Street adresinde bulunan Hoop Skirt Factory (Korse Fabrikası), sanayi devriminin şehir içindeki izlerinden biri. Hemen ilerisinde ise Loxley Court yer alıyor. Bu büyüleyici iç avlu, 1741 yılında marangoz Benjamin Loxley tarafından tasarlanmış ve 1901’e kadar ailesinin elinde kalmış. Loxley’nin, Bağımsızlık Savaşı sırasında mühimmat depolamak için kullandığı da biliniyor.
Yürüyüşe devam ettiğinizde caddenin güney tarafında Franklin Court’a ulaşıyorsunuz. Burası, Benjamin Franklin’in kendisi için yaptırdığı evi ve iş yerlerini içeren tarihi bir kompleks. Franklin, 1763 ile 1786 yılları arasında bu 10 odalı, 3 katlı tuğla evde yaşamış. Ne yazık ki bina 1812 yılında torunları tarafından yıkılmış, ancak sonradan orijinal temeller üzerine restore edilerek müze haline getirilmiş.
Bugün Franklin Court’ta bir müze, çalışır durumdaki bir postane ve Franklin’in gazete ofisini temsilen düzenlenmiş alanlar yer alıyor. Müze bölümü, Franklin’in çok yönlü kişiliğini gözler önüne seriyor: devlet adamı, diplomat, mucit ve halk lideri. İçeride Franklin sobasından katlanabilir kitaplık sandalyesine, seyyar merdivenden cam armonikaya kadar pek çok icadının prototipleri sergileniyor.
Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını ilan ettiğinde çalınan çan işte burada — Liberty Bell (Özgürlük Çanı). Philadelphia’nın en önemli tarihi bölgelerinden biri olan Independence National Historical Park içinde, Liberty Bell Center adlı özel bir binada sergileniyor.
Her gün 09:00 – 17:00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilen merkezde, sadece çanı görmekle kalmıyor; aynı zamanda onun Amerikan tarihi içindeki anlamını anlatan kısa bir sergi ve 10 dakikalık etkileyici bir video da izleyebiliyorsunuz.
Liberty Bell, Amerikan halkı için yalnızca bağımsızlık ilanının simgesi değil; aynı zamanda kölelik karşıtı hareketlerin, insan hakları mücadelesinin ve özgürlüğün evrensel değerinin bir sembolü olarak kabul ediliyor. Bu nedenle Amerikan tarihinde çok güçlü bir yere sahip.
Çan, büyük ölçüde bakır ve kalay karışımıyla, az miktarda gümüş, altın, çinko, arsenik ve kurşun içerecek şekilde dökülmüş. Bugün en çok dikkat çeken yönü ise elbette üzerindeki büyük çatlak. Bu çatlak hakkında çeşitli rivayetler var: En yaygın olanına göre çan, 1752 yılında ilk kez test için çalındığında çatlamış. Zaman içinde birkaç kez tamir edilmiş ama hiçbir müdahale kalıcı çözüm olmamış. Sonunda kullanımı durdurulmuş ve bugünkü haliyle sergilenmeye başlanmış.
Bugün Liberty Bell, devrimci ruhun ve özgürlük ideallerinin somut bir temsilcisi olarak, Philadelphia’ya gelen herkesin mutlaka görmek istediği sembollerden biri haline gelmiş durumda.
Philadelphia’da, 1931-1935 yılları arasında inşa edilmiş olan bu klasik yapı, The Old Federal Reserve Bank olarak bilinir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Federal Rezerv Sistemi’nin önemli bir parçası olan bu bina, William Strickland tarafından tasarlanmış ve 1824 yılında inşa edilen önceki yapının yerini almıştır.
Bina, etkileyici Yunan Revival (Yunan Yeniden Canlanma) mimarisiyle dikkat çeker ve şehrin en güzel ve prestijli yapılarından biri olarak kabul edilir. Hem dış cephesi hem de iç mekanları, dönemin estetik ve zarafet anlayışını yansıtır.
Ayrıca Philadelphia’daki bu yer, ABD’deki üç resmi darphaneden biridir (diğerleri Denver ve San Francisco’da bulunur) ve en eski ve en büyük darphanedir. Amerikan para basımının önemli merkezlerinden biri olarak tarih boyunca büyük rol oynamıştır.
Philadelphia’nın tarihi zenginlikleri arasında öne çıkan Independence National Historical Park (diğer adıyla Eski Şehir), Amerikan devriminin ve ülkenin kuruluşunun izlerini taşıyan önemli bir bölge. Bu bölgenin önemli parçalarından biri de Carpenters’ Hall.
1724 yılında kurulan Carpenters Şirketi için inşa edilen bu bina, 1770-1773 yılları arasında mimar Robert Smith tarafından tasarlandı. Bina, sadece mimarisiyle değil, tarihî işlevleriyle de dikkat çekiyor. Ünlü mucit ve devlet adamı Benjamin Franklin, kütüphanesini burada taşıyarak Amerika’nın ilk ödünç kitap veren kütüphanesini kurdu.
Carpenters’ Hall, Amerikan tarihinde birçok önemli olaya tanıklık etti. Burada İlk Kıta Kongresi toplandı, ayrıca koloniler arasında sürdürülen köle ticaretine son veren kararların imzaları da burada atıldı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında ise, bina hem Amerikan hem İngiliz askerleri için hastane olarak hizmet verdi.
Dahası, bina ABD’nin ilk ve ikinci bankası olarak da kullanıldı ve ekonomik tarihe damgasını vurdu. Günümüzdeyse ziyaretçilere açık olan bu tarihi yapı, yılda yaklaşık 150.000 turist tarafından geziliyor. Üstelik Carpenters Şirketi, 300 yılı aşkın süredir burayı hâlâ toplantı amaçlı kullanmaya devam ediyor.
Ziyaret ücretsiz ve bölgeyi keşfetmek, Amerikan tarihinin kalbine dokunmak isteyenler için mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.
William Strickland’ın başyapıtlarından biri olan Philadelphia Exchange (diğer adıyla Merchants’ Exchange Building), 1832-1834 yılları arasında inşa edilmiş tarihi bir yapıdır. Philadelphia’nın Eski Şehir bölgesinde, Dock, 3. Cadde ve Walnut Sokakları ile sınırlanan üçgen bir alanda yer alır.
Binanın mimari stili, Amerikan mimarisinde ilk ulusal tarz olarak kabul edilen Yunan Uyanışı (Greek Revival) tarzındadır. Strickland, bu yapıyı bu tarzın güzel bir örneği olarak tasarlamıştır.
19. yüzyılda finansal bir aracı kurum olarak hizmet veren bina, 1875 yılında Philadelphia Borsasının açılmasıyla ticari faaliyetlerde önemli bir merkez haline gelmiştir. Ancak günümüzde halkın ziyaretine kapalıdır.
Philadelphia’nın ekonomik tarihini yansıtan bu yapı, mimarisi ve tarihi önemiyle şehrin önemli simgelerinden biridir.
1773 yılında inşa edilen City Tavern, kolonilerdeki en gösterişli ve zarif meyhane ve sosyal salonlardan biri olarak ün kazanmıştır. Kurucu babaların sıkça buluştuğu bu mekân, Amerikan tarihindeki önemli tartışmalara sahne olmuştur.
Şehrin diğer birçok pub’ından farklı olarak, City Tavern kalitesini garanti altına almak için iş adamlarının abonelik sistemiyle kurulmuştur. Bu sayede, misafirlerine üstün hizmet ve kaliteli içecek sunmayı başarmıştır.
1787 yılında, George Washington ve Anayasa Konvansiyonu’na katılan diğer delegeler, burada düzenlenen veda yemeğinde bir araya gelmiştir. Bu anlamlı buluşma, Amerikan demokrasisinin şekillenmesinde tarihi bir an olarak kabul edilir.
Günümüzde ise City Tavern, Philadelphia Parkları tarafından işletilmekte ve sabah 11:00’den itibaren kesintisiz olarak hizmet vermektedir. Arka bahçedeki oturma alanları özellikle öğleden sonra için serin ve gölgeli bir mola yeri sunar, ziyaretçilere hem tarih hem de dinlenme fırsatı sağlar.
Philadelphia’daki Independence Square’de yer alan Independence Hall, 1753 yılında inşa edilmiş ve günümüzde UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunmaktadır. Burası, Amerika Birleşik Devletleri’nin özgürlük bildirisinin tartışıldığı, kabul edildiği ve ülkenin kuruluşunda merkezi bir rol oynayan tarihi bir yapıdır.
18. yüzyıldan kalma bu iyi korunmuş bina, Amerikan tarihinde büyük öneme sahiptir. Bağımsızlık Bildirgesi, tam olarak 4 Temmuz 1776’da burada imzalanmıştır. Ayrıca, on üç İngiliz kolonisi arasındaki birliğin kararı da bu binada alınmış; 1777 yılında Amerikan bayrağının ilk taslağı burada oluşturulmuştur.
1787 yılında ise, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nın taslağı ve kabulü yine Independence Hall’de gerçekleşmiştir.
Todd Evi
John Todd Jr., orta halli genç bir Quaker avukatıydı. 1775’te inşa edilen evi, Bishop White’ın eviyle kıyaslandığında daha sade olsa da Betsy Ross’un evinden daha görkemlidir. Todd, zemin kattaki salonu hukuk bürosu olarak kullanırken, ailesi ikinci katta yaşamaktaydı. Ne yazık ki, Todd 1793’teki sarı humma salgınında hayatını kaybetti. Dul eşi Dolley ise, geleceğin başkanı James Madison ile evlendi; Madison, Virginia’dan bir avukattı.
Bishop White Evi
Walnut Caddesi’nden 3. Cadde’ye doğru, başka bir park tarafından işletilen bu konut, şehrin en güzel sıra ev bloklarından birinde yer almaktadır. Federal Amerika döneminde toplumun önemli bir figürünün yaşam tarzını yansıtan mükemmel bir örnektir.
Piskopos Bishop White (1748–1836), Anglikan Kilisesi’nden ayrılarak Episkopalizmin kurucusu olmuştu. Üst kattaki kütüphaneden, onun Benjamin Franklin’in iyi bir arkadaşı olduğunu anlayabilirsiniz. Giriş holünde bulunan boyalı bez zemin, çamurlu botlara ve verniğe ne kadar dayanıklı olduğunu gösteriyor.
Kütüphane, Sir Walter Scott’un Waverley romanları, Encyclopaedia Britannica ve hatta Kuran gibi eserlerle birlikte, Piskopos White’ın “modern” zevklerini de yansıtıyor. Bu değerli koleksiyon bozulmadan günümüze kadar korunmuştur.
Philadelphia’da yer alan bu tarihi federal hükümet binası, 1932-1934 yılları arasında Ritter & Shay mimarlık firması tarafından Art Deco tarzında tasarlanarak inşa edilmiştir. Bina, şehrin en eski ve tarihi bölgelerinin kalbinde, Second, Chestnut ve Sansom Caddeleri ile eski Exchange Place arasında kalan bir blokta konumlanmaktadır.
Mimari açıdan Art Deco tarzının karakteristik özelliklerini taşıyan yapı, dikey çizgileri, geometrik süslemeleri ve zarif taş işçiliğiyle dikkat çeker. Bu stil, o dönemde modernizmin ve lüksün simgesi olarak kabul edilmekteydi.
Gümrük Binası, Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kıyısındaki önemli ticaret noktalarından biri olan Philadelphia Limanı’nda gümrük işlemlerinin yürütülmesi amacıyla hizmet vermiştir. Günümüzde ise binanın bir kısmı hâlâ federal ofis olarak kullanılmakla birlikte, tarihi yapısı ve mimarisiyle şehrin kültürel mirasının önemli bir parçası olarak kabul edilmektedir.
Elizabeth “Betsy” Ross, 1752 yılında Philadelphia’da doğmuş bir terzidir. Amerikan Devrimi sırasında, 13 İngiliz kolonisini temsil edecek bir bayrak tasarlaması için görevlendirildiği rivayet edilir. Hikâyeye göre, George Washington ve diğer liderler tarafından kendisine sunulan taslak üzerinde küçük değişiklikler yaparak, günümüzdeki 13 yıldızlı ve 13 şeritli Amerikan bayrağını yaratmıştır.
Betsy Ross, sadece bayrağı tasarlamakla kalmamış, aynı zamanda bayrak üretimi işini büyüterek Amerikan Devrimi sırasında önemli bir destek sağlamıştır. Eşi ve çocuklarıyla birlikte zor dönemlerde direnişe katkıda bulunmuş bir kadın olarak tarih sahnesinde yer alır.
Amerikan bayrağının kendisi gibi Betsy Ross’un hayatı da ülkenin bağımsızlık mücadelesi ve ulusal kimliğinin oluşumunda önemli bir semboldür. Betsy Ross Evi, ziyaretçilere bu tarihi dönemi ve bu simgesel figürün hikayesini yakından tanıma fırsatı sunar.
Elfreth’s Alley, 1702’den beri kesintisiz olarak yerleşime açık olan Amerika’daki en eski evler topluluğudur. Bu tarihi sokak, birkaç avlusu ve küçük evleriyle dolaşmak için harika bir yerdir. Özellikle 126 numaralı ev ziyaretçilere açıktır ve o dönemin yaşam tarzını deneyimleme imkânı sunar.
Koloni dönemi Philadelphia’sında birçok bölge bu sokağa benzerdi: Ana caddeler arasında Arnavut kaldırımlı yollar, iki katlı küçük evler ve kapı-pencerelerin üzerinde yer alan eğimli saçaklar dikkat çekerdi. Ev sakinlerinin ikinci kattaki yatak odasından kapının önünü görebilmelerini sağlayan aynalar da yerel bir özellikti.
1700’lerde burada yaşayan zanaatkârlar ve esnaflar genellikle nakliye işiyle uğraşıyordu. Ancak 50 yıl sonra, tuhafiyeciler, fırıncılar, matbaacılar ve marangozlar da sokakta dükkân açmaya başladı. Aileler sık sık yer değiştiriyordu; çünkü gürültülü ve tozlu 2. Cadde, Philadelphia’nın ana kuzey-güney güzergâhıydı. 18. ve 19. yüzyıllarda Yahudiler, Afrikalı Amerikalılar, Fransızlar ve Almanlar gibi farklı topluluklar burada yaşamaya başladı. Sokağın yıkılmasına yönelik planlar, 1937’de kurulan Elfreth’s Alley Derneği sayesinde engellendi ve sokak bugün hâlâ özgün dokusunu koruyor.
126 numaralı ev, 1755 yılında demirci Jeremiah Elfreth tarafından inşa edilmiş ve “Mantua Üretici Evi” olarak da bilinir. Bugün müze olarak hizmet veren bu ev, halka açık olan tek evdir. Arka bahçesi 18. yüzyıl stilinde restore edilmiş olup, içeride tarihi bir terzi atölyesi ve üst katta yatak odası bulunuyor. Ayrıca, müzede sömürge dönemine ait şekerlemeler ve hediyelik eşyalar satın alabilirsiniz. Haziran ayının ilk hafta sonunda sokağın tüm evleri ziyaretçilere açılır, bu fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Quarry Street’teki Fireman’s Hall Müzesi
Restore edilmiş bu tarihi itfaiye istasyonunda, yangınla mücadelede çığır açan Ben Franklin tarafından kullanılan eski bir el pompası sergileniyor. Müzede 19. ve 20. yüzyıla ait itfaiye arabaları, çeşitli yangınla mücadele ekipmanları ve anı eşyaları da bulunuyor.
211 N. Third Street’teki Pretzel Müzesi
Burada, pretzel yapımının inceliklerini uygulamalı olarak öğrenebileceğiniz bir fabrika turu var. 7 dakikalık kısa bir video ile desteklenen turda, Philadelphia halkının yıllık pretzel tüketiminin ulusal ortalamanın 12 katı olduğunu göreceksiniz. Giriş ücreti sadece 1,50 dolar ve tabii ki tadımlar da mevcut!
Arch Street Friends Meeting House
Amerika’daki en büyük Quaker toplantı evi olan bu sade yapı, 1805 yılında inşa edilmiş ve önemli bir tarihe sahip.
Free Quaker Meetinghouse
Park Hizmetleri tarafından işletilen bu toplantı evi, “Savaşan Quaker’lar” olarak bilinen ve Bağımsızlık Savaşı’na destek vermek isteyen Quakerların kurduğu bir yer. Orijinal Quaker ilkelerine aykırı olduğu için Arch Street Friends topluluğundan ayrılıp kendi toplantı evlerini burada kurmuşlar.
Christ Church
Philadelphia’nın en önemli ibadethanelerinden biri olan Christ Church, huzurlu bankları ve bitişik mezarlığıyla dikkat çeker.
Market Caddesi’nin kuzeyindeki en güzel sömürge dönemi yapısı kesinlikle burasıdır (1727–1754 yılları arasında inşa edilmiştir). Güneydeki binalar yerini çimenli bir parka ve metro durağına bırakınca, sivri kule her yerden beyaz bir şekilde parlıyor. Kilise bahçesinde ağaçların altında ya da tuğla duvarların yanında oturabileceğiniz banklar bulunuyor.
İngiliz Palladyanizmi’nin en güzel örneklerinden olan Christ Church, Christopher Wren’in Londra’daki kiliselerinin gururlu ve zarif geleneğini yansıtıyor. İç mekânda, Anglikan kilisesinin gerektirdiği gibi yan galeriler büyük bir kemerin etrafına dizilmiş. Sunağın arkasında ise, orantılı dikdörtgen camlarla çevrili, merkezi sütunlu devasa palladyen pencere yer alıyor. Bu pencere, ibadet edenleri büyüler ve muhtemelen Bağımsızlık Salonu’ndaki pencerenin modeli olmuş. Ana avize 1744’te İngiltere’den getirilmiş. Oturma düzeni ise açık sıralar yerine sıralı banklardan oluşuyor; hatta George Washington’un koltuğu bir plaketle işaretlenmiş.
Burada her taş, anıt ve plaket tarihin canlı kanıtı. William Penn, Londra’daki All Hallows Kilisesi’nden gönderilen vaftiz yazı tipinde vaftiz edildi. Penn, genç yaşta Anglikan kilisesinden ayrılmış (bunun için İngiliz hapishanelerinde bile yatmış), ama kurucusu olduğu yerleşimde Anglikan kilisesinin kurulmasını şart koşmuştu. Sonraki nesiller ise Anglikanizmi benimseyip, Devrim sonrası Episkopalyenliğe geçmişler.
Christ Church Mezarlığı
Burada Benjamin Franklin ve eşi Deborah Franklin ile başka önemli kişiler yatıyor. Şans getirdiğine inanılan tuğla duvardaki küçük bir açıklıktan mezarlığa bozuk para atabilirsiniz.
Eski St. Mary Kilisesi
Devrim dönemi boyunca Philadelphia’nın en önemli Roma Katolik kilisesiydi. St. Joseph’in küçük hafta içi şapeline kıyasla burası “Pazar kilisesi” olarak kabul ediliyordu. İç mekânı oldukça sade, ancak dışarıdaki asfaltla kaplı mezarlık, ilginç mezar taşları ve anıtlarıyla oldukça etkileyici ve fotojenik bir durak.
Old First Reformed Church
1837 yılında Alman Protestan cemaati için inşa edilen bu yapı, bir dönem boya deposu olarak da kullanılmış. Günümüzde ise temmuz ve ağustos aylarında küçük, samimi ve her zaman dolu olan bir gençlik yurdu olarak hizmet veriyor.
Eski St. George’s Metodist Kilisesi
Amerikan Metodizminin doğduğu yer olarak kabul edilir. 1770’lerin başında, dini canlanma toplantılarının sahnesi olan bu kilise, bölge halkı için büyük bir öneme sahipti. Bugün üzerinden geçen köprü, bu tarihi yapıyı korumak amacıyla daha güneye kaydırılmış. Vine Caddesi’nin güneyinde, caddenin karşısında bir başka kilise daha bulunuyor.
St. Augustine’s Roma Katolik Kilisesi
18.yüzyıldan kalma yapılar arasında yer alsa da, bugünkü bina 1844 yılına aittir. Orijinal kilise, dönemin Katolik karşıtı isyanlarında yakılmış. Bu kilise, çamurlu sokaklar nedeniyle Market Caddesi’nin güneyindeki St. Joseph’e ulaşamayan Alman ve İrlandalı Katolikler için inşa edilmiş. Aynı zamanda Villanova Üniversitesi’nin temellerinin atıldığı ve Amerika’daki Augustinusçu geleneğin başladığı yer olarak da bilinir.
St. Paul’s Episcopal Kilisesi
225 S. 3rd St. adresinde yer alan bu kilise, Philadelphia’nın dini hoşgörüsünü simgeler. Yüksek Anglikan Kilisesi, genç bir din adamı olan William McClenachan’a, kilise ile devletin ayrılmasını savunduğu için konuşma hakkı vermeyi reddettiğinde, o da kendi topluluğunu kurarak St. Paul’s’u inşa ettirdi. İnşa masrafları bağışlar ve piyangolar yoluyla toplandı. Bugün bu yapı, güzel ferforje kapıları, mermer çevre duvarları ve tarihi Gürcü mimarisiyle, mezhebin toplum hizmetleri çalışmalarının merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Hill–Physick–Keith Evi
321 S. 4th St., Society Hill
Society Hill’deki en zarif ve iyi korunmuş konut yapılarından biri olan Hill–Physick–Keith Evi, Philadelphia’nın üst sınıf konut yaşamına dair nadir örneklerden biridir. Federal tarzda 1786 yılında inşa edilen ev, özellikle 19. yüzyılın başlarında “Amerikan cerrahisinin babası” olarak bilinen Dr. Philip Syng Physick’in evi olarak ün kazanmıştır. Physick, tıbbi aletler geliştirmiş ve modern ameliyat tekniklerine öncülük etmiştir.
Ev, mimari açıdan sade ama etkileyici bir zarafete sahiptir. Yüksek tavanlar, orijinal parke döşemeler, el yapımı alçı süslemeler ve dönemine ait mobilyalarla donatılmış odalar, o dönemde eğitimli, varlıklı bir ailenin yaşamına ışık tutar. Bahçesi, kolonyal döneme ait bitkilerle düzenlenmiş ve huzur verici atmosferiyle ziyaretçileri geçmişe taşır.
Sonradan Keith ailesinin mülkiyetine geçen bu tarihi ev, günümüzde bir müze olarak ziyarete açıktır. İçeride, 19. yüzyıl tıbbına dair sergiler, Dr. Physick’in cerrahi aletleri ve kişisel eşyaları yer alır. Evin her köşesi, Philadelphia’nın hem sosyal hem de bilimsel tarihine dair bir pencere sunar.
4 ve 5 Pine caddelerinin kesişiminde yer alan Old Pine Presbyterian Kilisesi, Georgian ve Federal mimari tarzlarının güzel bir birleşimini sunuyor. İlk kez 1768 yılında inşa edilen bu tarihi yapı, Penn ailesi tarafından Presbyterian cemaatine kalıcı olarak bağışlanan bir arsa üzerine kurulmuş.
Dış cephesiyle adeta bir Yunan tapınağını andıran kilise, sade ama zarif mimarisiyle dikkat çekiyor. 1830 yılında, İngiliz işgali sırasında zarar gören iç mekanın ardından eklenen çift Korint sütunları, yapıya klasik bir ihtişam katmış. Yükseltilmiş cephesi ve demir çitiyle bölgedeki diğer yapılardan hemen ayrılıyor.
İçeriye adım attığınızda, sade bir dikdörtgen plana sahip salon sizi karşılıyor. Portiko kısmı, diş motifleri ve çiçek süslemeleriyle bezenmiş galeriyi taşıyan ince sütunlarla çevrili. Sunak kısmı ise oldukça sade ama etkileyici; detaylı sütunlar ve entablatürle çevrilmiş bir vaaz kürsüsünden oluşuyor. Ahşap işçiliği o kadar zarif ki, uzaktan bakıldığında kil veya alçı gibi ince ve yumuşak bir izlenim veriyor.
Old Pine, yalnızca mimari açıdan değil, Amerikan Devrimi sırasında mezarlığına gömülen askerlerle de tarihsel bir öneme sahip. Kilise ve çevresi, Philadelphia’nın kolonyal ve devrimci geçmişine sessiz ama güçlü bir tanıklık sunuyor.
Marc Blitzstein’in Doğduğu Ev
419 Pine Street, Philadelphia – Society Hill
Amerikan müzikal tiyatrosuna yerel dili, politik tavrı ve modernist etkileri cesurca taşıyan besteci, söz yazarı ve çevirmen Marc Blitzstein, 1905 yılında Philadelphia’da, Society Hill’deki bu evde doğmuş. Bugün hala ayakta olan yapı, dış cephesiyle döneminin tipik Philadelphia evlerinden biri olarak korunmuş durumda.
Blitzstein, radikal fikirleri ve sanatı toplum için bir araç olarak kullanma arzusuyla tanınıyor. Özellikle çığır açan müzikali The Cradle Will Rock (Beşik Sallanacak), 1930’lar Amerika’sının işçi hareketleri ve grev atmosferini sahneye taşımasıyla hafızalara kazındı. Aynı zamanda Bertolt Brecht ve Kurt Weill’ın Üç Kuruşluk Operasını İngilizceye çevirmiş ve bu çeviri hâlen en çok sahnelenen versiyonlardan biri olmaya devam etmektedir.
Blitzstein, eğitimini prestijli Curtis Institute of Music ve ardından Avrupa’da almış; Leonard Bernstein gibi büyük isimlerin ilham aldığı, hatta onun müzik kariyerini şekillendiren bir akıl hocası olmuştur.
Doğduğu bu evin bulunduğu Pine Street, tarihi dokusunu koruyan dar sokakları, tuğla yapıları ve sessiz atmosferiyle Philadelphia’nın en karakteristik mahallelerinden biri. Marc Blitzstein’in doğduğu yer olarak burası hem müzikal tiyatro tarihine hem de 20. yüzyıl Amerikan kültürüne sessiz ama anlamlı bir tanıklık yapıyor.
St. Paul’s Episcopal Kilisesi
225 S. 3rd Street, Philadelphia – Society Hill
1761 yılında kurulan St. Paul’s Episcopal Kilisesi, Philadelphia’nın dini hoşgörü geleneğinin güçlü bir simgesidir. Bu zarif Gürcü yapının inşası, Anglikan Kilisesi tarafından susturulan reformcu vaiz William McClenachan’a ifade özgürlüğü sağlamak amacıyla halkın bağışları ve piyango gelirleriyle finanse edilmiştir. McClenachan, kilise ile devletin ayrılması gibi o dönemde radikal sayılabilecek fikirleri savunmuş ve St. Paul’s bu fikirlerin yankı bulduğu ilk kürsü olmuştur.
Görkemli ferforje kapıları, süslü mermer çevre duvarları ve dengeli Gürcü mimarisi, yapıyı sadece dini değil, mimari açıdan da dikkat çekici kılar. İç mekânda sade ama estetik bir düzen hâkimdir; yüksek tavanlı salonu ve büyük pencereleriyle ışık alan, huzurlu bir atmosfer yaratır.
Kilise, yüzyıllar boyunca Philadelphia’nın farklı dönemlerine tanıklık etti: Bağımsızlık Savaşı sırasında hem ibadet hem de dayanışma alanı olarak hizmet verdi; 19. yüzyılda şehrin sosyal dokusuna katkı sağladı ve günümüzde de episkopal topluluğun sosyal hizmet projelerine ev sahipliği yapıyor.
Bahçesindeki tarihi mezar taşları, sessiz ama etkileyici bir geçmişe açılan pencereler gibi. Philadelphia’nın dini çoğulculuğunu ve ifade özgürlüğünü mimarisiyle somutlaştıran St. Paul’s, yalnızca bir ibadethane değil; aynı zamanda bir direnişin ve özgür düşüncenin sembolüdür.
Kosciuszko Evi (301 Pine St.)
Polonyalı mühendis ve devrim kahramanı Tadeusz Kosciuszko’nun kaldığı bu ev, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında Saratoga’daki zaferdeki rolüyle anılır. Sade ama anlam yüklü yapıda Kosciuszko’nun yaşamı ve hizmetleriyle ilgili sergiler bulunur. Ulusal Tarihi Yerler Kaydında yer alır.
Powel House (244 S. 3rd St.)
Philadelphia’nın son sömürge valisi ve ilk belediye başkanı Samuel Powel’a ait bu ev, 18. yüzyıl yaşamına dair zarif iç dekorasyonuyla dikkat çeker. George Washington ve Lafayette gibi önemli konukları ağırlamıştır.
Philadelphia Episcopal Diocese (240 S. 3rd St.)
Cadwallader ailesi için inşa edilmiş iki tarihi sıra evin birleşiminden oluşur. Bugün Episkopal piskoposluk merkezi olan bu özel mülk halka açık değildir ancak dış cephesi dikkat çekicidir.
Bingham Court (4. Cadde, Locust’un güneyinde)
1967 yapımı bu modern konut kompleksi, tarihi Society Hill estetiğine uyarlanarak tasarlanmıştır. Geleneksel tuğla mimarisiyle uyum içindedir.
Girard Row (Spruce & 4. Cadde köşesi)
Köşede yer alan şehir evleri, 19. yüzyıl Philadelphia mimarisinin zarif örneklerindendir. Açık alanı kısa bir dinlenme molası için idealdir.
Society Hill Sinagogu (426 Spruce St.)
1830’da Thomas U. Walter tarafından Baptist kilisesi olarak tasarlanmış bu bina, sonrasında Rumen göçmenler ve Muhafazakâr Yahudiler tarafından sinagog olarak kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde aktif bir ibadet yeridir.
Abercrombie Evi (2. Cadde, karşısında)
1765 yılında inşa edilen bu yüksek sömürge konutu, zarif oranları ve mimarisiyle dikkat çeker. Amerikan koloni dönemine ait en görkemli yapılardan biridir.
1700’lerde Philadelphia’nın en canlı bölgelerinden biri olan Society Hill, bugün hem turistlerin en çok ziyaret ettiği hem de en fazla fotoğraflanan yerlerden biri. İlginçtir ki, adını burada yaşayan üst sınıftan değil, William Penn’in 1683’te buraya yerleşmeye ikna ettiği tüccar ve yatırımcılardan oluşan Free Society of Traders adlı bir gruptan alır.
Walnut ile Lombard Caddeleri arasında, Washington Meydanı’nın doğusundaki bu tarihi mahalle; din adamlarından öğretmenlere, ithalatçılardan politikacılara kadar farklı kesimlerin yaşam ve çalışma alanı olmuştur.
Bugün Society Hill’de yürürken kendinizi bir film setindeymiş gibi hissedebilirsiniz: St. Peter’s ve St. Paul’s kiliseleri, Pennsylvania Hastanesi ve Headhouse Meydanı gibi Gürcü ve Federal tarzda kamu yapıları hâlâ aktif olarak kullanılmakta. Lombard’ın güneyine doğru ilerlediğinizde, özellikle 2. ve Lombard Caddeleri civarında zarif restoranlar ve özgün mağazalar dikkat çeker.
Restore edilmiş sıra evlerdeki panelli kapılar, panjurlar, katlar arası taş bantlar ve küçük metal eşkenar dörtgen plakalar dikkat çekici mimari detaylardır. Bu küçük plakalar aslında 18. yüzyıldan kalma yangın sigortası göstergeleridir. O dönemde her şehir yangın tehdidi altındaydı ve Philadelphia, Benjamin Franklin öncülüğünde ilk organize yangın hizmetini geliştiren şehir oldu. Plakalar, hangi evin hangi itfaiye şirketine ait olduğunu gösteriyordu ve aynı zamanda şirket reklamı işlevi de görüyordu.
1763 yılında, Philadelphia’nın en güney ucu, Amerikan tarihinin en ikonik sınırlarından biri olan Mason-Dixon hattı için başlangıç noktası olarak belirlendi. Charles Mason ve Jeremiah Dixon, burada bilimsel hassasiyetle bir derece enlemin ölçümünü gerçekleştirerek, o zamana kadarki ölçüm standartlarını büyük ölçüde geliştirdiler. Bu çalışma, William Penn ve Lord Baltimore arasındaki arazi anlaşmazlığını çözmek üzere yapılmıştı. Ancak Kızılderili savaşları ve zorlu iklim koşulları, hattın tamamlanmasını 1768 yılına kadar geciktirdi.
Yıllar sonra, 1999’da izlediğim ve o günden beri en sevdiğim filmlerden biri haline gelen “Altıncı His” (The Sixth Sense), beni yeniden buraya getirdi. Filmdeki dış mekânlar o kadar etkileyiciydi ki, Philadelphia’ya gelmişken bu yerleri yakından görmek istedim.
St. Augustine Kilisesi ve filmi izleyenlerin hemen hatırlayacağı Dr. Crowe’un evi yer alıyor. Sokaklar ve binalar, perdedeki gizemli atmosferi birebir yaşatıyor insana. Gerçekten zamanın durduğu, hikâyelerin sokağa işlediği bir yer burası.
Philadelphia’nın en hareketli iki caddesi olan South Street ve Market Street, şehrin hem geçmişini hem de güncel enerjisini yansıtan birer yaşam hattı gibidir. İkisi de kafeler, butik mağazalar, müzik dükkânları ve tarihi yapılarla doludur.
South Street
Şehrin bohem ruhunu hissetmek istiyorsanız, South Street doğru adres. Graffiti dolu duvarlar, vintage mağazalar ve alternatif müzik çalan barlarla doludur. İşte bazı duraklar:
•Jim’s Steaks (400 South St.): Philadelphia’nın ünlü cheesesteak’ini tatmak için en klasik adreslerden biri.
•Philadelphia’s Magic Gardens (1020 South St.): Sanatçı Isaiah Zagar’ın cam mozaiklerle bezediği bu açık hava sanat alanı, tam bir Instagram favorisi.
•Tattooed Mom (530 South St.): Renkli, sanatsal, yerel ruhu taşıyan bir bar; içinde vintage oyuncaklar, çıkartmalar ve grafiti var.
Market Street
Bağımsızlık Tarihi ve alışveriş burada buluşur. Doğu ucunda kolonyal dönem izleri varken, batıya doğru modern Philadelphia yükselir.
•Reading Terminal Market (1136 Arch St.): 1893’ten beri açık olan bu devasa kapalı pazar, Pennsylvanialı Amish ürünlerinden İtalyan sandviçlerine kadar her şeyi sunuyor.
•Liberty Bell & Independence Hall (6th & Market St.): Amerikan tarihinin kalbi burada atıyor. Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzalandığı salonu görmek mümkün.
•Fashion District Philadelphia (901 Market St.): Şehir merkezinin en büyük alışveriş merkezlerinden biri hem yerel markalar hem uluslararası zincirler bulunuyor.
Head House Square (1803)
South Street’in doğu ucunda yer alan bu alan, Amerika’daki en eski kapalı pazar meydanlarından biridir. Ortadaki kubbeli tuğla yapı, bir zamanlar yangın çanı kulesiydi.
Geçmişte burası Salı ve Cuma sabahları kurulan bir halk pazarıydı; şimdi ise yaz aylarında zanaatkârlar ürünlerini burada sergiliyor.
•Headhouse Farmers Market (pazar günleri): Yerel çiftçiler, taze çiçekler, el yapımı sabunlar, reçeller ve sokak müziği eşliğinde alışveriş.
•Bridget Foy’s (200 South St.): Head House Meydanı’na bakan bu restoran hem klasik Amerikan yemekleri hem de dışarıda oturup insanları izlemek için birebir.
Philadelphia denince akla gelen ilk lezzetlerden biri şüphesiz cheesesteak. İncecik doğranmış sığır eti (genellikle ribeye), sıcak ızgarada pişirilip bir sandviç ekmeğine (hoagie roll) yerleştiriliyor. Üzerine isteğe göre erimiş peynir (Cheez Whiz, provolone ya da Amerikan peyniri), karamelize soğan, biber ve çeşitli soslar ekleniyor. Ortaya çıkan şey tam anlamıyla ağız sulandırıcı bir sokak lezzeti!
Cheesesteak’in Tarihçesi
Cheesesteak’in doğuşu 1930’lara dayanıyor. Güney Philadelphia’da hot dog satan Pat Olivieri, bir gün farklılık olsun diye müşterisine ince doğranmış etle hazırladığı sandviçi sunar. Lezzeti o kadar beğenilir ki, kısa sürede bu yeni tarifin ünü yayılır. Peynirin eklenmesi ise daha sonra, 1940’larda gerçekleşir. Böylece bugünkü hali ortaya çıkar.
Bugün bu lezzetin birçok farklı yorumu olsa da orijinali hâlâ Philadelphia’da yenir. Ve bu konuda şehirde iki yer öne çıkar: Pat’s King of Steaks ve Geno’s Steaks.
Jim’s Steaks – South Street Efsanesi
Ama yerel halkın favorisi ve şehre gelen turistlerin uğramadan dönmediği yerlerden biri: Jim’s Steaks (400 South Street). 1939 yılında West Philadelphia’da açılan Jim’s, South Street şubesini 1976’da açtı ve o günden beri bu canlı caddenin değişmeyen yüzü oldu.
Dış cephesi Art Deco stilinde, içi her zaman kalabalık ve mis gibi et kokuyor. Sipariş verirken hızlı olmanız ve ne istediğinizi net söylemeniz gerekir; “Whiz wit” (Cheez Whiz’li, soğanlı) gibi kısaltmalarla.
Jim’s, sadece bir sandviç mekânı değil, Philadelphia kültürünün bir parçası. South Street boyunca yürürken karşınıza çıkan bu mütevazı ama ikonik dükkânda cheesesteak yemek, adeta bir ritüel.
Isaiah Zagar, 1960’ların sonunda Philadelphia’ya yerleşip sanatını burada şekillendirmeye başladı. O dönem şehirde sanatçılar için alanlar, yaratıcı ifade biçimleri kısıtlıydı. Zagar, South Street ve çevresini kendi sanat projesi haline getirdi ve şehri devasa bir açık hava galerisine dönüştürdü.
Zagar’ın en ikonik eseri, Philadelphia Magic Gardensdır. Bu devasa mozaik enstalasyon ve galeri, 3000 metrekarelik bir alanı kaplar ve tamamen küçük aynalar, cam parçaları, seramikler, mozaikler, eski bisiklet tekerlekleri, düğmeler, seramik figürler gibi çeşitli malzemelerle döşenmiştir. Zagar, bu mekânı 1994’te açtı ve Philadelphia’nın en sevilen sanat destinasyonlarından biri haline geldi.
Mozaiklerinde, halk kültürüne, mitolojiye, doğaya ve kişisel anılara sıkça yer verir. Bu nedenle eserleri hem estetik hem de hikâye bakımından zengindir. Aynı zamanda toplumla iç içe bir sanat anlayışını benimsemiştir; sanat, sadece elitlerin değil, herkesin erişebileceği, dokunabileceği bir şeydir.
Jim’s Steaks binasındaki mozaikler de Zagar’ın bu halk merkezli yaklaşımının güzel bir örneğidir. 1968’den beri burayı yaşadığı, işlediği bir alan olarak görmüş, bu yüzden sanat eserleri onun ve bölgenin tarihini, ruhunu yansıtır.
Declaration House, Philadelphia’nın Society Hill bölgesinde, 1770’lerin sonunda inşa edilmiş, tarihteki çok önemli bir rolü olan üç katlı mütevazı bir evdir. İnşaatını duvarcı Jacob Graff gerçekleştirmiştir. O dönemde, şehir merkezinde evler genellikle ticari veya kiracı amaçlı kullanılıyordu. Graff, ek gelir elde etmek için evin ikinci katını kiraya vermeyi planlamıştı.
1776 yazında, Bağımsızlık Bildirgesi’nin baş yazarı Thomas Jefferson, bu evde kiracı olarak kalmış ve Amerika tarihini değiştirecek taslağı burada kaleme almıştır. Jefferson, 10 Haziran ile 18 Haziran tarihleri arasında şehirdeki gürültüden uzak, sakin ve güvenli bir ortam ararken Graff House’un ikinci katındaki bu mütevazı odada çalışmalarını sürdürmüştür.
Tarihsel Önemi: Jefferson’un kaleme aldığı taslak, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin temelini oluşturur. Jefferson’un metni, kölelik karşıtı maddeler içeriyordu ancak bunlar siyasi nedenlerle kongre tartışmalarından çıkarıldı. Bu da bildirgenin tarihindeki önemli bir tartışma noktasıdır.
Yapısal Özellikler: Evin mimarisi, dönemin sömürge tarzının sade bir örneğidir. 1975’te yapılan yeniden inşasında orijinal tuğla ve panjurlu pencere düzenine sadık kalınmış, ayrıca Flaman Bond tuğla örme deseni kullanılmıştır. Bu desen, özellikle dış cephede görsel zenginlik yaratmak için tercih edilmiştir.
İç Mekân: Üst kattaki odalar, Jefferson’un kaldığı dönemdeki gibi döşenmiştir. Ziyaretçiler, Jefferson’un çalışma alanını ve günlük yaşamına dair objeleri görerek 18. yüzyıl Philadelphia’sında kısa bir zaman yolculuğu yapabilirler.
Müze ve Sergi: Declaration House içinde, Jefferson’un taslağının bir kopyası, dönemi anlatan belgeler ve kısa bilgilendirici filmler ziyaretçilerin anlayışını artırmak için sunulmaktadır.
Declaration House, Society Hill’in tarihi dokusuyla uyumlu küçük ve asimetrik bir yapı olarak dikkat çeker; özellikle ön kapının ortada olmaması, o dönemde farklı bina planlama yaklaşımlarını gösterir.
Evin çevresindeki küçük bahçe, sakinlik hissi vermekte ve 18. yüzyıl Philadelphia’sındaki bahçe düzenlemeleri hakkında fikir vermektedir.
2020–2021 yılları arasında babamızın öğrenci olduğunu benim de fırsat bu diyerek sitting student olduğum UPenn Wharton School’u bu kez kızımızı gezdiriyoruz. Kampüste adım adım ilerlerken, birçok anımız da birer birer gözümüzde canlanıyor.
University of Pennsylvania (UPenn), 1740 yılında Benjamin Franklin tarafından kurulmuş, Ivy League üyelerinden prestijli bir Amerikan araştırma üniversitesidir. Özellikle Wharton School of Business ile dünya çapında tanınır.
Kampüs ve Binalar
Ana kampüs, 1870’lerden itibaren Batı Philadelphia’da Gotik mimari tarzında gelişmiş olup, tarihi taş binalar ve özenle korunan geniş yeşil alanlarla çevrilidir.
Öne çıkan yapılar:
•Fisher Fine Arts Library: Gotik mimarinin önemli örneklerinden.
•Houston Hall: Amerika’nın ilk öğrenci merkezi.
•Annenberg Sahne Sanatları Merkezi ve Çağdaş Sanat Enstitüsü: Kültür ve sanatın merkezleri.
•Wharton School binaları modern, yüksek teknoloji donanımlı ve iş dünyasıyla iç içe tasarlanmıştır.
Akademik Yapı ve Fakülteler
Üniversite, 4 lisans okulu ve 12 lisansüstü okuldan oluşur, toplamda 100’ü aşkın akademik bölümde eğitim verir:
Penn, klasik liberal sanatlar ile uygulamalı bilimleri birleştiren köklü bir müfredat sunar.
Kabul Şartları
•Rekabetçi kabul oranı: %5-8 arasında değişmektedir.
•Başvuru için yüksek akademik başarı, güçlü standart test skorları (SAT/ACT, bazı programlarda GRE), kapsamlı başvuru mektupları ve referanslar gereklidir.
•Öğrencilerin liderlik potansiyeli, sosyal sorumluluk ve yenilikçi düşünme becerileri de değerlendirilmektedir.
•Wharton ve bazı sağlık programlarında ek mülakat ve başvuru değerlendirmeleri olabilir.
Eğitim ve Öğrenci Yaşamı
•Yaklaşık 22.000 öğrenci (lisans ve lisansüstü)
•Uluslararası öğrenciler ve farklı disiplinlerden geniş öğrenci profili
•Öğrenci kulüpleri, spor takımları ve çeşitli sosyal etkinliklerle aktif kampüs hayatı
•Güçlü mezun ağı, staj ve iş olanakları için önemli avantajlar sağla
University of Pennsylvania (2024-2025) fiyat bilgisi:
Tuition: 60.920 USD
Fees: 7.766 USD
Housing: 12.640 USD
Food: 6.534 USD
Personal Expenses: 2.008 USD
Books: 1.358 USD
Transportation: 1.062 USD
Total: 92.288 USD
Eğer Amerika’da keşfe çıktıysanız, Pennsylvania’daki Amish Country kesinlikle listenizde olmalı. Philadelphia’dan sadece 1,5-2 saat uzaklıkta bulunan bu bölge, 18. yüzyıldan beri geleneklerini koruyan, zamana meydan okuyan bir topluluğa ev sahipliği yapıyor.
Amishler, 1700’lerin başında, dini baskılar ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle Avrupa’dan – özellikle İsviçre, Almanya ve Hollanda’dan – Pensilvanya’ya göç eden bir Hristiyan topluluktur. Bu göçün öncüsü Jakob Ammann’dır; adını ondan alan Amishler, basit ve muhafazakâr yaşam tarzlarıyla bilinirler. William Penn’in Pensilvanya’yı dini özgürlükler vaat eden bir sığınak olarak kurması, Amishlerin burada yerleşmesini kolaylaştırdı.
Amish toplumu, teknoloji ve modern yaşamdan bilinçli olarak uzak durur. Elektrik, otomobil, telefon gibi çağdaş araçları kullanmazlar. Onların hayatı, at arabaları, el işçiliği, el yapımı giysiler ve geleneksel tarımla şekillenir. Erkekler koyu renk takımlar, geniş kenarlı şapkalar giyerken, kadınlar uzun, sade elbiseler ve başörtüleri kullanır. Konuşulan dil genellikle Pennsylvania Almancasıdır (Pennsylvania Dutch). Amishler, topluluk dışına çıkarken ciddi sınırlamalara tabidir. Fotoğraf çekmek ve yüksek sesle konuşmak gibi davranışlar genellikle hoş karşılanmaz; saygı göstermek için izin alınmadan fotoğraf çekilmez. Çocuklar genellikle 8. sınıfa kadar eğitim alırlar ve sonrasında tarım veya zanaat işlerinde çalışmaya başlarlar. İnanç, Amish yaşamının merkezindedir; ibadetler evlerde veya küçük kiliselerde yapılır, teknoloji kullanımı sınırlandırılır. Amishler teknolojiyi reddetmelerine rağmen, toplulukları arasında tarımda verimliliği artırmak için dikkatle seçilmiş bazı modern yöntemlere esnek davranabilirler. Bazı Amish toplulukları elektrik kullanmayı kabul etmezken, başka gruplar bunu sınırlı şekilde benimseyebilir. Ev yapımı mobilya, örgü ürünleri ve el işleri Amish Country’nin önemli ticari unsurlarıdır. Amish festivalleri ve pazarları, ziyaretçilere özgün yemekler, el yapımı ürünler ve geleneksel yaşam tarzını deneyimleme fırsatı sunar. Geleneksel olarak kameralardan kaçınmaları, onların gizemli ve çekici bir imaj oluşturmasına neden olmuştur.
Philadelphia’nın yaklaşık 30 mil batısında, Kennett Square kasabasında yer alan Longwood Gardens, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da en büyük ve en etkileyici bahçelerinden biri olarak kabul edilir. İlk olarak 2000 yılında ziyaret ettiğim bu olağanüstü bahçe, 2006’da yeniden beni kendine çekti. Her seferinde farklı bir mevsim, farklı bir çiçek açışı ve doğayla insan emeğinin büyüleyici buluşmasıyla karşılaştım.
Longwood Gardens, Amerikalı sanayici Pierre S. du Pont’un 1906 yılında 19. yüzyıldan kalma bir ağaç bahçesini satın almasıyla şekillenmeye başlamıştır. Başta sadece birkaç yaşlı ağacı korumak amacıyla alınan arazi, zamanla 1.050 dönümlük bir botanik başyapıtına dönüştü. Du Pont’un vizyonu yalnızca bitki çeşitliliği yaratmak değildi; aynı zamanda mimari, mühendislik ve sanatın zarif birlikteliğini sergileyen bir yaşam alanı yaratmaktı.
Bahçenin en göz alıcı bölümlerinden biri, 1996–1997 yıllarında yenilenen 1,8 hektarlık devasa cam ve çelik yapılı konservatuvardır. İçeride 4.600’den fazla bitki türü yetiştirilir. Egzotik çiçeklerin, dev palmiye ağaçlarının, orkidelerin ve su bitkilerinin arasında yürümek, adeta bir doğa masalına adım atmak gibidir.
Bahçedeki su gösterileri, du Pont’un mühendislik tutkusunun somut bir ifadesidir. 40 metreye kadar yükselen su jetleriyle tasarlanan dans eden fıskiye gösterileri, klasik müzik eşliğinde senkronize edilir. Gündüzleri hayranlıkla izlenen bu gösteriler, yaz akşamları ışıklarla birleşince adeta büyüye dönüşür.
Ayrıca, bahçenin merkezine konumlandırılmış olan 11 metrelik taş güneş saati hem zamanın geçişine hem de doğanın düzenine sembolik bir selamdır.
Longwood Gardens’ı keşfetmek için en az yarım gün ayırmanız önerilir. Bahçenin bir kısmı golf arabaları ve yürüyüş yollarıyla kolay erişilebilir. Özellikle yaz aylarında düzenlenen fıskiye ve ışık gösterileri, gece ziyaretini cazip hale getirir.
Longwood Gardens, doğaya adanmış bir yaşamın, estetiğin ve sürdürülebilirliğin buluştuğu nadir yerlerden biridir. Buraya her gelişte yeni bir şey öğrenir, doğanın bir sanat eseri olduğuna yeniden ikna olursunuz.
New York’un temposundan sonra biraz daha yavaşlamayı planlıyorduk… ama Princeton ve Philadelphia bize dedi ki:
“Yavaş yok, burada da tarih, kültür ve anılar maratonu var!”
Önce Princeton:
Sessiz kampüsü, zarif binaları, akıllara zarar burslu öğrencileri ve “acaba ben de burada okuyabilir miydim?” iç geçirtişiyle…
Ders notlarının ve kitap kokularının arasından geçip, kızımız için geleceği hayal ettik. Bizim içinse geçmiş biraz daha parladı.
Ardından Philadelphia:
Tarihin kendini hatırlatmaktan hiç yorulmadığı bu şehir…
Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazıldığı oda, mozaiklerle kaplı duvarlar, Thomas Jefferson’un sessiz çalışma masası ve tabii ki peynirli etin sıcak sandviçe sarıldığı cheesesteak molaları!
Bir yandan geçmişle sohbet ettik, bir yandan üniversite koridorlarında geleceğe göz kırptık.
Bazen yağmurla ıslandık, bazen kahkahalarla ısındık.
Yedik, yürüdük, düşündük… bolca da “bir fotoğraf daha çeksek mi?” dedik.
Ve şimdi, yolda olmanın verdiği o tanıdık heyecan yine bizle:
Bavullar hazır, benzin tamam…
Yeni durak: Washington DC!
Hazırsanız, tarih tekrar sahneye çıkıyor.
Ama önce… bir kahve!
Bu gezimde de mekanların tarihleri, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:
New York Eye Witness Travel Guides
Let’s Go Washington D.C.
USA The Rough Guide
Frommer’s Philadelphia & the Amish Country
Baska Kentler, Baska Denizler 3_ Murat Belge
Huseyin Sayin
Gezimanya
Wikipedia
Blondie on the road
Emeğe saygı önemli
Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir, içinde olduklarım hariç.
Tavsiye ettiğim yerlerle bir iş birliğim veya reklamım yok.