733

Egzotik Şark: Eyüp

Osmanlı Devleti’nde İstanbul’un geneli “Dersaadet ve Bilad-ı Selase” diye bilinirdi. Bu ne demek? Dersaadet dedikleri; asıl İstanbul yani tarihi yarımadayı kapsayan ve devletin payitahtı olan kadılıktı. Bilad-ı Selase ise “üç belde” demek. Bunlar da Eyüp, Üsküdar ve Galata kadılıklarıydı. Yani İstanbul’da o zamanlar da dört ayrı şehir gibi dört kadılık bölgesi vardı.

Eyüp İstanbul’daki “manevi sultanlar bölgeleri”nin en başta gelenidir.

Ramazan’ın en ruhani şekilde yaşandığı, İslam aleminin gözbebeği Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslam aleminin dördüncü önemli merkezi, Eyüp ve Eyüpsultan.

Tam da Ramazan öncesi anlamlı bir gezi oldu Eyüp. Bu vesilesiyle mekânları ziyaret ederek, adaklarımızı adadık, duamızı ettik. Hem ruhani motive olduk hem de kültürümüze kültür katmış olduk. Hayırlı Ramazanlar.

Evliya Çelebi’nin yazdıklarına göre, Eyüp eskiden “İstanbul’a iki saat mesafede” bulunuyormuş ve tımar toprağıymış. O zamanlar “İstanbul” diye isimlendirilen yer Sarayburnu’ndan ibaret tabii. Osmanlı sultanlarının saltanat sahibi olduklarının tescili Eyüp’te yapılırmış. Saltanata kavuşan padişahlar ise kılıç kuşanmaya Eyüp Sultan Camii’ne gelirken Haliç üzerinden kayıkla gelip Eyüp Sultan türbesinde düzenlenen kılıç kuşatma töreni yani “taklid-i seyf” ile resmen sultan olup at sırtında dönerek hem denizde hem de karada hüküm süreceklerini ilan ederlermiş.

Ayvansaray’ın Haliç köprüsü altına denk düşen ve Eyüp ilçesi sınırında kalan bölgeden geziye başlıyoruz. Şöyle 360 derece etrafa bakındıktan sonra Eyüp merkeze giden geniş ve güzel yolun deniz tarafında ve Haliç köprüsünün ayağının dibinde 19.yüzyıldan kalan Bezmialem Çeşmesi ilk durağımız.

Aynı hizada ve az ilerde, efsanesi fetih günlerine dayanan Yavedut Camisi ya da Abdülvehud Camii bulunuyor. Bunun karşı tarafında Yavedut hazretlerinin 19.yüzyılda yeniden yapılan türbesi var. Abdülvehud, Buhara’dan müritleri ile gelip İstanbul kuşatmasına katılmış bir ermiştir. Tam karşıt söylentiye göre de İstanbul içinde bulunup kuşatmanın 53 gün sürmesine sebep olmuştur. Bu hikayelerden birine göre fetihten sonra, Ayasofya’da Terlerdirek yanında nur yüzlü bir ceset yattığı görülür. Ak ve Kara Şemseddin’ler herkes başına toplanır. Adının Yavedut şeklinde yazılı olduğunu görürler ve “Merhum magsuldür (en yüksek magnezyum içeriğine sahip gübre), hemen defnedin” diyen bir seda işitilir. Tabuta koyup bir kayığa bindirirler. Kayık yelkensiz ve küreksiz harekete geçerek Eyüp yakınlarında durur. Bu ermiş tabutu karaya yaklaşan kayıktan kendi kendine hopladığı gibi orada yeni kazılmış bir mezarın içine girip yatar.

İstanbul’un kadim kara surlarıyla Haliç surlarının buluşma noktası tam karşımızda. Anemas Zindanları’nın sur dışından görünümü nefes kesici. Heraklios surları Haliç’e kadar iniyor ve yer yer toprağa battığı için dikey doğrultularını kaybetmişler. Yaklaşık 1200 yıllık Roma başkentinin bittiği nokta. Demek ki, bu köşebaşından sonrası şehir dışı sayılıyormuş. Şehrin içi dışı mı kaldı artık! Yer gök İstanbul!

Surların dış kısmında Eğrikapı ile Ayvansaray arasında kalan bölgede Peygamber'in süt kardeşi Ebu Şeybe el-Hudrî, Ahmed el-Ensarî, Hamdullah el-Ensarî, Ubeydullah bin Bekir, Kâ'b, Muhammed el-Ensarî'nin kabirleri bulunmakta.

Sur dışındaki park içinde Hacı Hüsrev Camisi ve Çeşmesi durur. Eski yıllarda buraya Yenimahalle denirmiş.

1591 tarihinde divan kâtibi Hacı Hüsrev tarafından inşa ettirilmiş. 1997 yılındaki restorasyon sebebiyle eski yerinden sökülerek bugünkü yerine nakledilmiş. Şimdiki hali orijinal değil.

Eyüp adeta “yayaların yürümesi için” değil, taşıtların rahat hareket edebilmesi için tasarlanmış bir semt. Yürüyerek yaptığımız bu gezide hayli zorlandık.

Sura paralel olarak güneye yürüdüğünüzde tekkelerin, dini yapıların toplandığı Nişancı mahallesine ulaşıyoruz. Aşhane Sokağı’na girince ilerde 15.yy.dan kalma Aşçıbaşı Cami’si var. III. Murat döneminde 1589 yılında Aşçıbaşı Mehmet Ağa tarafından yaptırılmış. Aşçıbaşı Mehmet Ağa’nın mezarı caminin haziresindedir. Ayrıca Hatice Sultan Mektebi hocası ve Aşçıbaşı Caminin imamı Hafız Mehmet Akif Bey’in şahidesi burada bulunuyor.

Caminin yakınında Aktürbe ve onun sol tarafında Osmanlı Minyatür sanatının en büyük ustası Levni’nin mezarı var ancak 1976 yılında mezar taşı kırıldığından görülmüyor.Cami kâgir duvarları ve ahşap çatısı olan bir yapı ve dörtgen bir planda inşa edilmiş. Caminin silik kitabesine göre Üsküdar’da da aynı isimli bir cami bulunmakta.

Otakçılar meydanındaki Ferih Çelebi Cami diğer adıyla Otakçılar Camisi’nin ilk banisi 15.yy. da Fethullah Efendi. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet otağını kurduğu yer. Fatih’in hocası Akşemsettin’in, kuşatma esnasında çadırını kurduğu yer ve cemaata namaz kırdırdığı bu tarihi mekân günümüzde Otakçılar Mescidi olarak biliniyor.

Tam karşısında tarihi Otakçılar Karakolu var.

Davutpaşa Caddesi’nde Davut Ağa Mescidi (planı Sinan’dan kalmadır) klasik bir on 16. yüzyıl mescidi. Kapıağası Mescidi de deniliyor. Minare önünde Babüssade Ağası Davut Ağa’nın kabri bulunuyor. Camiyi yaptırdığı sene vefat etmiş. Cami Mimar Sinan’ın eseri. Caminin kapısı ve kitabesi orijinal.

Sertarik Tekkesi’nde müziğin iki üstadı Zekai Dede ve Hacı Arif Bey bu dergâhta yetişmişlerdir.

Nişancı Camisi, birkaç yolun bulunduğu bir meydancıkta duruyor. Burası Basmakçı Çayırı ve Davutağa Caddelerinin arasında yer alır. Nişanca (Nişancı) semtine adını veren camiyi 1543’te saray nişancılarından Mustafa Paşa yaptırmış. Yanı başındaki okul ise Rami Efendi’nindir. Bunun altındaki çeşmeyi ise II. Mahmud 1839’da kızı Mihrimah için yaptırmıştır.

Murad Münzevî Dergâhı. Özellikle hazirelerindeki mezar şahideleri sanat eseri. Murâd-ı Münzevî, üç yaşındayken ayakları felç olmasına rağmen doğduğu Buhâra şehrinden, babasının vazîfe yaptığı Semerkand'a, daha sonra ilim tahsili için Keşmir'e, oradan Hicaz'a, Hindistan'a, Bağdat'a, İsfahan'a, Belh'e, Kâhire'ye, Şam'a, nihayet İstanbul'a seyahat etmiş. Tam 5 defa da hacca gitmiş. Yazma eserleri bugün Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunuyor. 1719 senesinde vefat edince 17. yüzyılda Anadolu Kazaskeri Mustafa Râsih Efendi tarafından İstanbul’un Eyüp Sultan semtinde medrese olarak inşa edilen yere defnedilmiş.

1715 tarihinde dönemin şeyhülislamının izniyle, Şeyh Murad Buhârî adına tekke olarak hizmet vermeye başlamış ve bu tarihten sonra İstanbul’da Murad Buhârî’nin de mensup olduğu Nakşîbendi tarikinin Müceddidiyye kolu olarak yayılmaya başlamış.

Az ileride Sivasî Dergâhı bulunuyor.

Halveti şeyhlerinin önde gelenlerinden olan Abdülmecid Sivasi 1563 yılında Zile’de doğmuş, küçük yaşta Kur’an okumaya başlayarak yedi yaşında iken hafızlığını tamamlamış. Sonra amcası Şemseddin Sivasî’den fıkıh, hadîs, tefsir gibi yüksek ilimleri öğrenmiş. Otuz yaşına kadar bu ilimlerle uğraştıktan sonra tevhid ilmi ile de meşgul olmaya başlamış. III. Sultan Mehmed Han’ın daveti üzerine İstanbul’a giderek Ayasofya Cami-i şerifinde halkı aydınlatmak için vaaz ve nasihatlerde bulunmuş. Sultan Bayezid tarafından yaptırılan Şeyh Muhyiddin Efendi Tekkesi’nin onuncu şeyhi olmuş. Bundan sonra tekke onun memleketi olan Sivas adını alarak Sivasî adıyla anılmaya başlanmış. 1639 yılında vefat etmiş, Eyüp Nişanca Caddesi üzerinde bulunan türbesine defnedilmiş.

Eyüp, İstanbul’un Türkleşmesinden sonra asırlar boyunca geleneksel değerlere oldukça bağlı, yoğun bir Müslüman bölgesi olmasına karşın, burada Ermeni cemaati de yaşamış. Bunu görebileceğiniz yerler, İslambey Mektebi Sokağı’ndaki Osmanlı döneminde, 1812’de ahşap olarak inşa edilip 1855’te şimdiki görünümüyle yenilen bir Surp Asvadzadzin Ermeni Kilisesi ve Baba Haydar sokağındaki 1832’de Surp Yeğda (Yahya)’dır. Bu dini yapıların yakında günümüzde de çok sayıda Ermeni ailesi ikamet ediyor. Vaktiyle bu yöredeki Ermeniler çömlekçilikçe uğraşırlarmış.

Haydar Baba Sokağı’na yöneldiğimizde burada birkaç esere daha rastlıyoruz. ÖzellikleKanuni döneminin Semerkantlı Nakşibendi şeyhi Baba Haydar adına yapılmış mescit ve tekke ilginçtir.

Baba Haydar haziresinin önünde yazılan hikayesi şöyledir:

“Zamanın padişahı Kanuni Sultan Süleyman, bir gece rüyasında aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyarın sırtını sıvazladığını görmüş.İhtiyar kendisine; “Efendimiz, Eyüpsultan’daki Baba Haydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyaret ediniz.” demiş. Sabah olunca, Sultan lalası ile Eyüpsultan’a gitmiş.

Koca camide Baba Haydar’ı tanıyan çıkmamış. Bu sırada küçük bir çocuk: “Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?” diyerek köhne bir kulübeyi işaret ederek; “O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübesine almaz.” demiş.

Padişah ve lalası kulübeye geldiklerinde Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyormuş. Binlerce sinek her yanını kaplamış. Padişah, büyük bir dikkatle Baba Haydar’ın yüzüne bakıyor fakat sineklerden yüzünü seçemiyormuş. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; “Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek.” demiş. Baba Haydar; “Sultanım! Siz Peygamber efendimizin vekilisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın.” buyurunca, Sultan hemen harekete geçmiş. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamamış. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açmış ve odaya doğru dönüp; “Haydi bakalım!” deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşaltmış. Padişah o anda karşısında nur yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu görmüş.

Padişah ona; “Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin.” demiş. Bunun üzerine “Eyüpsultan Camii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibadet etsinler.” demiş. Padişah da bu isteği hemen yerine getirmiş.

Tekkede bulunan imam, “Baba Haydar ayak ucunda yapılan dileklerin hepsi yerine geldi. Mutlaka dileyin” dedi. Biz de diledik.

Az ilerde Hacı Beşir Ağa Darülhadisi görülür. Beşir Ağa Lale Devrinin Darüssade ağalarındandır. Kızlar ağası ya da Darüssade ağası Osmanlı Devleti’nde padişah ve sadrazamdan sonra haremden sorumlu olan en 3. en yüksek düzeydeki görevlidir. (Hadım edilmiş siyahi erkek köleler arasından seçilir.)

Darülhadis, hadis ilminin okutulması için inşa edilmiş bir medrese türüdür. Darülhadis’te 8 medrese hücresi bulunur. Külliye, Darülhadis, kütüphane, sıbyan mektebi ve çeşmeden meydana geliyor.

Haydar Baba’dan yürüyerek asıl Eyüp’e varmadan önce kıyıda Defterdar denilen semte geliyoruz. Defterdar adı Kanuni Süleyman devri defterdarlarından Nazlı Mahmud Çelebi’nin yaptırdığı camiden kalmış.

Osmanlı klasik mimarisinin güzel bir örneği olan ve Mimar Sinan’ın 1540’larda mimarlık sanatına başladığı ilk yıllarında yaptığı Defterdar Nazlı Mahmud Camisi’nin minaresine bakın çünkü Mahmud’un mesleğine saygı gereği yerleştirdiği pirinçten bir hat kalemi ve hokkası var. Çok şaşırtıcı…

Bu eserin karşısında ve otobüs durağının kıyısında 1494’ten kalan bir türbe var. II. Beyazıt döneminde başı vurularak idam edilen ve biraz sivri dilli olan Molla Lütfi Efendi’ye ait bu kabir.

Az ilerde, belediyeye doğru giderken, 1459’da darülhadis olarak kurulan Balçık Tekkesi’ne ait unutulmuş bir hazire göreceksiniz. Eskiden buralara Defterdarlar İskelesi derlermiş. Meşhur tulumbacı kahvelerinden biri de burada yer alırmış.

Tulumba kahvehanesi eskiden İstanbul’da yangınları söndürmekle görevli olan Tulumbacıların toplanma ve buluşma yeriymiş.

Artık Eyüp’ün merkezine doğru yaklaşıyoruz. Sol tarafımızda Eyüp Belediye Başkanlığı duruyor.

Yemek molasına sıra geldi.

Eyüp Sultan güveci bildiğiniz toprak kaplardaki güveç değil aslında bir çeşit pide. Eyüp güvecinin harcı önceden pişirilmeden çiğden konuluyor. Son derece hafif ve lezzetli bir pide. Soğansız yapılıyor. İçine konulan kekik güvece çok farklı bir lezzet veriyor.

Tarihi Eyüp Sultan Güveci Eyüp’te bu işi yapanların içinde en meşhuru. Dedeleri işe 1958 yılında bir tezgahla başlamış. Bugün 3. nesil görev başında.

Eyüp Sultan’ın geleneksel lezzeti: Halka!

Bu geleneksel lezzet Eyüp Sultan’ın geleneksel lezzeti, kültürel zenginliğini damak tadıyla yansıtan özel bir tat. Altın sarısı renginde, çıtır kabuğu ve içindeki yumuşak dokusuyla, her ısırık bir lezzet şöleni. Tarihi mekanları gezerken, Eyüp Sultan’ın güzelliklerini keşfederken enerji depolayın. Halka, bu semtin karakterini damaklarınıza taşıyacak.

Karnımızı doyurduk. Tarihi Eyüp Fırını’ndan da kurabiye ve halkalarımızı aldık. Gezmeye devam…

Cezeri Kasım Paşa Camisi. Kasım Paşa da defterdarlık, sonra vezirlik yapmış. Cağaloğlu meydanındaki camiyi de o inşa ettirmiş. Bu cami oldukça eski. 1515’ten ama içindeki çiniler 18. yy. başlarında Tekfur Sarayı’nda yapılmış. Bunlardan bir pano Kabe’yi resmetmektedir ve 1726 tarihiyle birlikte yapanın imzası Tanıklı Osman oğlu Mehmet taşır.

Karşı köşesinde duran çeşme ise, ünlü sadrazam Semiz Ali Paşa’ya ait ve 1558 tarihlidir. Bu paşanın diğer bir çeşmesi de Eyüp’ün iç kısmındaki Halit Paşa caddesinde, Sofular Bostan sokağı kıyısındadır.

Yolun başından itibaren yavaş yavaş yürüyün. Sağınızda anıtsal bir Sinan eseri duruyor. Bânisi Şehzade Mustafa’nın babası tarafından boğdurulmasına adı karışan vezir Zal Mahmut Paşa’dır. Burası oldukça büyük bir külliye ve Zal Paşa ile karısı Şah Sultan’ın yattığı türbede hazirededir. Eyüp’teki en dikkat çekici camilerden biri Zal Mahmut Paşa Külliyesi içinde yer alan Zal Mahmut Paşa Camii Mimar Sinan’ın 1570 yılında yaptığı camii bol pencereli camisi. Cami bir külliyenin içinde dikdörtgen ve bir hayli yüksek bir bina. Özellikle mermer minber, mihrabın çini bordürü orijinaldir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu camii için, “İstanbul’daki en güzel camilerden biri” demiş. Külliye içinde iki medrese ve türbe bulunuyor. Ortası şadırvanlı olan bu avlu aynı zamanda medresedir. Buradan kuzey tarafındaki merdivenle alt medreseye ve paşa ile karısı II. Selim’in kızı Şah Sultan’ın türbesine inilir.

Kimdi bu Zal Mahmut Paşa diyecek olursanız, kendisi Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri olur. Şehzade Mustafa’yı boğması ile meşhur olmuştur. Kanuni Süleyman, Hürrem’in zorlamasıyla, en büyük oğlu Mustafa’yı öldürmeye karar vermiş, pusuya düşen Mustafa cellatlarına direnmiş, bu arada arkadan saldıran Zal Mahmut şehzadenin direncini kırmış. Bu işin ödülü olarak paşalığa yükselmiş. Mustafa’nın ölümü saltanat yolunu II. Selim’e açmış oldu. Onun kızıyla evlenmesi de bunun ödülü oldu. Bu çift birbirlerine öylesine vurgunmuş ki, aynı anda hastalanıp aynı döşeğe yatmışlar ve aynı anda ölmüşler.

Zal Mahmut Külliyesi’nin hemen arkasında bu sefer de III. Selim’in kız kardeşi olan bir başka Şah Sultan’ın 18.yy. sonunda yaptırdığı küçük ve barok bir külliye var, mektep, türbe, sebil ve çeşmeden oluşuyor. Üç yaşındayken Bahir Mustafa ile nişanlanmış, ama bir yıl sonra paşa idam edilmiş. Yedi yaşında Nişancı Paşa ile nişanlanmış, o da bir yıl sonra idam edilmiş. Sonunda 17 yaşında Mustafa Paşa ile evlenmiş. Silâhi Mehmed Bey Camisi’nin özellikle minaresi İstanbul’da bildiğimiz cami minarelerinden çok farklı altıgen ve şerefesiz.

Türbe kelimesinin kökü, toprak anlamındaki Arapça “türab” kelimesinden gelmekte. İnanışa göre türbelerde yatan kişiler, geçmişten bugüne tarihsel gerçekliğine bakılmaksızın maneviyatla ilişkili kişiler olmuş, dolayısıyla türbeler insanların dinî ve manevi duygular yaşamasını sağlayan, çeşitli problemlerinde ve hastalandıklarında Allah’ı hatırlama, hayatın içinde onun varlığını hissetme ve bu bağlamda psikolojik olarak rahatlama alanı olmuş.

Silâhi Mehmed Bey Camisi yakınında basit yapısıyla Ebu Derdağ Türbesi var.

Sağınızda anıtsal bir eser daha… Bir hattata ait… Hat sanatının yaşayan büyük ustası Hattat Hasan Türbesi. Bir sultan türbesi kadar görkemli. Çünkü mescitlere yazı yazmak, her hattata nasip değil. Gerisinde de haziresi var.

Ön tarafta Sokullu Paşa Çeşmesi.

Daha ilerde iki küçük, biri büyük üç cami daha var. Küçüklerden 1581’den kalma Kızıl Mescit veya Kiremitçi Süleyman Mescidi. Kabri de mescidin bahçesindedir.

Karşı köşede Balcı yokuşunda Afife Hanım Dergâhı ve haziresi var. Afife Hatun Yahya Efendi’nin annesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın da sütannesidir. Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan (yani valide sultanın) sütü kesilince bebeği Süleyman'ı emzirmiş. Bundan dolayı Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süleyman'ın sütkardeşi olmuş. Gülfem Hatun'un haznedarlıktan çekilmesi üzerine tecrübesi ile bilinen Afife Hatun haznedarlığa getirilmiş. Afife Hatun'un Edirne´de adına bir çeşme, İstanbul Eyüp’te tekkesi bulunuyor.

Trafik ışıklarından Eyüp’e doğru giden Zal Mahmud Caddesi’nin bitiminde yolun karşısında sağınızda ve solunuzda güzel ahşap yapılar ve bir büyük eser daha 16.yy. Cafer Paşa Medresesi. Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Cafer Paşa’nın desteğiyle 1587 yılında inşa edilmiş. Kırımi Tekkesi de deniyor. O zamanlar burada hadis eğitimi verilirmiş. Cafer Paşa’nın tarihi anlamda en önemli özelliği ise Kanuni devrinin mühim çarpışmalarından Zigetvar Muharebesi sırasında silahtar olarak hizmet etmesi.

16.yy.dan kalma Saçlı Abdülkadir Camisi bir zamanlar Kalender Dergâhı idi.

Zal Paşa caddesinin devamı olan Kalenderhane’de ise bu caddenin adını aldığı Kalenderhane Tekkesi’ni görüyoruz. Tekke Lale Devri Barok özelliklerini yansıtır. İlginç ve güzel bir külliyedir.

Artık Eyüp merkezinde ve çarşılar bölgesindesiniz…Çevre türbeler ile dolu… Onarılmış ahşap konaklar, dar yollar, renkli çarşılar, yeme içme mekanları burayı adeta bir panayıra dönüştürmüş.

16. yüzyıldan itibaren oyuncak üretiminin merkezi haline gelen Eyüp’te İskele Caddesi üzerinde bulunan Oyuncakçı Çıkmazı olarak da bilinen Eyüp Oyuncakçılar Çarşısı’nda yüzyıllarca oyuncak üretilip satılmış ve 1950’li yıllara kadar bu üretim kuşaktan kuşağa aktarılarak devam etmiş. Eyüp Sultan’da bundan 500 yıl önce ortaya çıkan ahşap oyuncak geleneğinin devamı olarak Geleneksel Eyüp Oyuncaklarından hatıra almayı unutmadık.

“Taşı toprağı altın” derler İstanbul’un ama bazı taşları altından da kıymetlidir. Kiminin ismi günümüze dek gelmiş kiminin cismi bulunduğu yere isim vermiş. Nişantaşı, binek taşı, top taşı, sadaka taşı... Etrafınıza dikkatlice bir bakın, her sokakta onlardan biriyle karşılaşabilirsiniz.

Eyüp Sultan Cami girişinde bulunan Sadaka taşı.

Peygamberimizin “Üç şey iyilik hazinelerinden biri de verdiği sadakayı gizlemektir” dediği için sadakanın gizliliği esas olmuş. “Veren sağ elden sol elin dahi haberinin olmayacağı” kadar gizli olmalıymış. Çünkü verilen sadakanın makbuliyetini arttırır, alan kişinin mahcubiyetini azaltırmış. Bunun en zarif yollarından biri de sadaka taşı olmuş.

Göz seviyesinden uzakta, 1,5-2 metre yüksekliğindeki bu taşların üst kısmındaki oyuk, sadakanın bırakılacağı şekilde yapılmış. Eğer sadaka taşı uzunsa yanında da basamak bulunurmuş. İhtiyaç sahibi el ayak çekilinde gelip, bu sadaka taşına bırakılan paradan ihtiyacı kadar alırmış.

Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyada görülen ve bir zamanlar İstanbul’da 160 civarında oluğu bilinen sadaka taşları merkezi yerlere konulurmuş ve sadece gerçek ihtiyaç sahiplerinin alırmış.

İslam dünyasının en kalabalık dini ziyaret yerlerinden biri Eyüp Sultan. Zorlu bir maça çıkacak bir futbol takımının oyuncularından, sünnet olacak çocuklara, şifa arayanlara kadar herkes buraya gelir. Bu bakımdan her zaman şehrin en kalabalık yerlerinden biridir.

Osmanlı gelenekleri uyarınca Eyüp Sultan Camii’nde kılıç kuşanarak saltanatlarını ilan ederlermiş. Bu geleneği başlatan ise İstanbul’un fethinin ardından Osmanlı sosyal yaşamını düzenleyen ve saray teşrifatı hakkında ilk yazılı kuralları koyan Fatih Sultan Mehmet’in ta kendisi, üstelik örnek olsun diye bizzat burada Akşemsettin’in elinden kılıç kuşanmış. Sonraki padişahlara kılıcı sunan ise şeyhülislam olmuş.

Tam adı Ebu Eyüp el-Ensari olan Eyüp Sultan, Hazreti Muhammed’i hicret sırasında evinde misafir eden önemli bir sahabe. Üstelik misafir deyince öyle bir gece falan sanmayın, yedi ay boyunca peygamberimizi konuk etmiş. O sırada Mekkeli putperestlerin oluşturduğu tehlike de göz önünde bulundurulursa çok önemli bir davranış. Daha sonra deniz yoluyla gelip İstanbul’u kuşatan Müslüman Ordusu’ndaki komutanlar arasında yer alan Eyüp Sultan, şehit düşmüş ve vasiyeti üzerine burada toprağa verilmiş. Mezarının yerinin uzun süre boyunca bilinmediği ve 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in lalası Akşemsettin tarafından bulunduğu rivayet ediliyor.

Osmanlı döneminde de şimdi olduğu gibi büyük ilgi gösterilen türbe, padişahların sefere çıkmadan önce ziyaret ettiği bir yer. Ayrıca türbenin içinde saklanan bir sancağın da Eyüp Sultan’ın yer aldığı Müslüman kuvvetlerine ait olduğu düşünülüyor.

Türbe içinde taban kısmından tavana kadar duvarlarda bulunan çini panolar karolar, çeşitli şiirler, levhalar değişik dönemlerde padişahlar ve hattatlar tarafından yazılmış.

Cülus Yolu, Eyüp Sahili ile Eyüp Sultan Camii arasında kalan, dört bir yanı türbe, mezarlık ve külliyeler ile çevrilmiş olan taşlık yolun adı. Cülus ise, Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişah tahta çıkarken yapılan törene verilen addır. Bir nevi tören yolu diyebiliriz. Buraya Cülus Yolu denmesinin nedeni de zaten Eyüp’e kayıkla gelen şehzadeler, bu yolu geçerek Eyüp Sultan Camisi’ne ulaşır ve burada kılıç kuşanarak tahta geçerlermiş.

Hüsrev Paşa ve Mihrişah Valide Sultan Külliyeleri, Adile Sultan Türbesi bu yolun kenarında bulunuyor.

Sultanların kılıç kuşanmaya geldikleri Haliç’e doğru inen Bostan İskelesi yolunun kıyısında Sultan III. Selim’in annesinin yaptırdığı olağanüstü güzellikteki Mihrişah Sultan Külliyesi var. Külliyenin önünde ise birkaç basamaklı küçük bir binek taşı göreceksiniz. Bu taşa “cülus taşı” deniliyor ve genellikle Sultanlar Eyüp’e geldiklerinde atlarından inerken bu taşa ayak koyarlarmış.

Binek taşları, ata rahat binmek için kullanılan taşlar. Genelde iskelelerde bulunur ve saltanat kayığı ile gelen padişahın saltanat arabasına kolaylıkla binmesi için kullanılırmış. İskelelerin yanı sıra saraylarda, konaklarda, resmi dairelerin cümle kapılarının önünde de olan binek taşları, mermerden ve müstakil olarak yapılırmış. Genellikle 60-100 cm. eninde yaklaşık 40 cm. yüksekliğinde olan bu taşların yanına getirilirmiş atlar. Taşa çıkan binici, bir ayağını üzengiye koyarak ata binermiş.

İmarethane Sultan III. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan tarafından 1792-1796 yılları arasında Mehmet Arif Ağa ile Ahmed Nurullah Ağa’nın baş mimarlıkları sırasında inşa ettirilmiş. İmarethanenin emini ise iyi bir eğitim görmüş olan Kafavzade Mehmet Emin Efendi’dir. İmarethanenin içerisinde türbe, sebil ve Sıbyan Mektebi yer almakta.

İmarethanenin kapısı tamamen mermerden yapılmış olup kemerinde pembe-beyaz mermer kullanılmış. İki yanına da ikişer tane ince mermer sütun yerleştirilmiş. Kemerinin üzerinde bir ayet-i kerime, bunun üstüne Maşallah yazısı, sütunlar üzerinde de Sultan III. Selim’in imzalı tuğraları yer almakta. İmarethanenin önünde de 25 kubbeli ve sütunlu bir revakı bulunmakta.

İstanbul’da Osmanlı’dan bu yana yaşayan tek imarethane olma özelliği taşıyor.

Türk barok mimarisinin en güzel örneklerinden olan türbede Mihrişah Valide Sultan, Hatice Sultan, Beyhan Sultan, Rafet Kadın ve Perestu Kadın’a ait olmak üzere 5 sanduka bulunuyor.

Türbenin kapısının önünde sekiz mermer sütunlu ve iki yanı beşik, ortada kubbeli bir revakı yer almakta. Kapısının üzerinde bir ayet-i kerime, iki tarafına da ince zarif mermer sütunlar yerleştirilmiş olup revakın kubbeleri de kalem işi ile süslenmiş.

On iki oval yüzlü olan ve yapımında beyaz mermer kullanılan türbenin her yüzü alt üst pencereli olup, her pencerenin iki yanına da ince sütunlar koyulmuş. Bu sütunların alt kısımda olanları siyah, üstte olanları da pembe mermerdir.

Yolun Haliç’e doğru tarafında önemli Osmanlı şahsiyetlerinin türbeleri ve başka yapıları dizilmiş. Hüsrev Paşa Külliyesi bunlardan biri. 1839’dan kalma bir de kütüphanesi var. Hüsrev Paşa Kütüphanesi, Bostan iskelesi Sokağı üzerinde ve Hüsrev Paşa Türbesi karşısındadır. Cephesi tamamen mermer kaplı olup kitabesi yoktur. Yalnız alnına yeni yazı ile 1839 rakamı yazılmış.

Kütüphane, Sadrazam Hüsrev Paşa tarafından 1839 tarihinde yaptırılmış. 714 yazma ve 445 basma eserden oluşan kütüphane, 1914 de Sultan Selim’deki Medreset’ül-Mütehassinin’e 1918 yılında da Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiş.

Adile Sultan Türbesi’nde kocası ve kızı ile yatmakta. II. Mahmut’un kızı ve şiir yazan tek hanim sultan. Adile Sultan İstanbul için çok özel biri. Gül Camii’nin yanında Sıbyan Mektebi, Arap Camii’nde şadırvanı, Cihangir Camisinde büyük bir çeşmesi var.

Fatma Şerife Hanım Türbesi ön cephesi mermer, kapısı ise demirdendir.

Bütün bu türbeler, imparatorluğun son döneminde Eyüp’te gömülmenin neredeyse kural haline geldiğini gösteriyor. Yine buralardaki Ayas Paşa Açık Türbesi, Mimar Sinan’ın İstanbul’da yaptığı ilk mimari eserdir.

Eyüp’e gömülü tek sultan var. Sultan V. Mehmet Reşat. Yaptırdığı türbesi ve mektebi yan yana. Bu türbeyi bu kadar güzel yapan Mimar Kemaleddin Bey’dir. 20TL’lik banknotlardan hatırlayacaksınız.

Eyüpsultan’ın içi çinilerle kaplı en güzel türbesi olan Sultan Reşat Türbesi, 1911-1912 yılları arasında Mimar Kemaleddin Bey tarafından mermerden yapılmış olup sekiz yüzlüdür. Her yüzünde üstte iki, altta bir penceresi bulunmaktadır. Kubbesi ise yüksek olup kurşun ile kaplıdır.

Çeribaşı Camii, 1545 yılında Zehra bint-i Abdullah Hatun tarafından yaptırılmış. Halk rivayetine göre Çeribaşı (Demirciler) mescidi hayır işlerinde çalışan demirci çingenelerin namaz kılmaları için yaptırılmış. Civarındaki “Has ahır”a bakmak da bunların görevleri arasındaymış.

Yanlış olarak Fitnat Hanım Türbesi denilen Hubbi Hatun Türbesi. Adı sevgili anlamına gelen Hubbi Hatun, Beşiktaş’ta türbesi olan Yahya Efendinin torunu ve Celaleddin Yahya Efendi’nin karısıdır. Sonra kocasının hac yolunda vefatı üzerine, Sultan II. Selim’e musahibe (Padişahın dertleştiği kadın arkadaşı) olmuş ve büyük bir nüfuza sahip olmuş ve mevleviyet payesine yükselen Molla Mehmed Vusuli Efendi ile evlendirilmiştir.

Sivayuş PaŞa Türbesi, Camii Kebir Caddesi üzerinde ve Sokullu Mehmed Paşa Türbesi karşısında. Sağ tarafında ileride Mir-i miran Mehmed Paşa Türbesi, aynı avluda ve sol tarafta ise Şeyhülislam Üryani-Zâde Ahmed Esad Efendinin türbesi bulunmakta.

Siyavuş Paşa, Enderun’dan yetişmiş. Sonra Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Sadrazam olmuş. Türbe, tek kubbeli ve on altı yüzlü olarak kesme taştan yapılmış. Eyüp’ün en büyük türbesidir. Sinan elinden çıkma olan bu türbenin içi İznik’in çinileriyle kaplı.

Uryanizade Ahmed Esad Efendi Osmanlı padişahı II. Abdülhamid döneminde 1878-1889 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde “Şeyhülislamlık” görevini yapmış bir din ve devlet adamıdır. Kuzguncuk’ta bulunan denize nazir cami onundur.

Mezarlıklarla kaplı bu küçük alanda Osmanlı veziri Pertev Paşa’nın türbesi de ilginç yapılardandır. I. Süleyman ve II. Selim dönemlerinde beylerbeyi ve vezirlik görevlerinde bulunmuş Osmanlı devlet adamı. Arnavut kökenli olup Enderun'da yetişmiştir.

Sırayla Selim Paşa’nın, Mehmet Paşa’nın, Ferhat ve Abdurrahman Pertev Paşaların türbeleri karışık mezarlar içinde görüyoruz.

Cami-i Kebir Caddesi üzerinde Sokullu Mehmet Paşa’nın medrese, türbe ve çeşmeden oluşan külliyesi bulunmakta. Külliyenin camisinin olmamasının nedeni, hemen yakınında bulunan Eyüp Sultan Camisi’nin olmasıdır. Bu külliye Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568–1569 yıllarında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Külliyenin medresesi günümüzde Eyüp Sultan Sağlık Merkezi olarak kullanılmakta.

Kaptan Paşa Cami sağlı sollu merdivenlerle çıkılan yüksek bir girişi bulunuyor. Kısa minaresi girişin sağ tarafında binanın içinden yükseliyor. Uzaktan küp şeklinde görünen caminin -özellikle pencereleri olmak üzere- genel olarak klasik cami mimarisinden farklı bir yapısı var. 1577 yılında Hacı Mahmut Ağa tarafından yaptırılmış.

Hz. Halid bin Zeyd Ebû Eyyüb el- Ensârî Türbesi’ne bitişik olan Hacı Beşir Ağa Türbesi Sultan III. Ahmet, I. Mahmut ve Sultan III. Mustafa dönemlerinde sarayda Darüssade Ağası (Harem Ağası) olarak hizmet vermiş. 94 yaşında vefat eden Hacı Beşir Ağa’nın türbesi, Eyüp Sultan Camii’nin şadırvan avlusunu iç avluya bağlayan büyük kapının sol tarafında yer almakta.

Eyüp Sultanlıların dua durağı Şeyh Abdülkadir Efendi türbesi. Şeyh Abdülkadir Efendi 920’de (1514) İstanbul’da doğmuş. Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi’nin kardeşi olan Şeyh Hacı Efendi’nin oğludur. Bundan dolayı Şeyh-î lâkabı ile tanınmış.

Eyüp meydanından batıya ilerleyen Tahta Minare caddesinin sonunda 16.yy. dan Kasım Çavuş Camisi karşımıza çıkacak. Kasım Çavuş Camii ve Çeşmesi Yeni Çeşme isimleri ile de anılır. 16. yüzyılda Kasım Çavuş adlı bir zat tarafından yaptırılmış. Cami, asfaltın ve kaldırımların sürekli yükseltilmesi sonucunda biraz çukurda kalmış. Mimarı bilinmiyor.

Önündeki Çeşme klâsik olup kesme taştan yapılmıştır. Kitabesi yoktur. Yapıldığı tarih belli değildir.

Buradan yolun diğer tarafına Haliç kıyısına doğru baktığınızda upuzun yapı 1830’ların başlarında yapılan Feshane binasıdır. Osmanlı’nın başından sarığını çıkarıp fes takmaya başladığı yıllarda seri fes üretimi burada yapılmaktaydı. Feshane-i Amire en eski Osmanlı sanayi kurulularından biriydi. Osmanlı- Türk tarihinin ilk radikal Batılılaşması II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmayı başarınca, yeni ordusuna serpuş (başa giyilen şey) yaptırmak üzere bu fabrikayı kurdurdu. II. Mahmut fesi Tunuslu ustalar ile Türkiye’ye getirtti ve Rum başlığı olarak gören halkın bunu giymeye zorladı. Yaklaşık 100 yıl sonra da Atatürk feshi kaldırıp şapka giyilmesini istediğinde daha önce fes giymemeye direnen halkın bu sefer de fesi çıkarmayıp şapkaya direnmesini görüyoruz. Zamanla iyice genişleyen fabrika Cumhuriyet’ten sonra başka dokuma ürünleri üretmeye başladı. Şimdi artık burası kültür merkezi. Defterdar’da bu fabrika devlet yatırımının, Cibali’de sigara fabrikası ise yabancı sermayenin Haliç boyunda iki ciddi örneğini gösteriyor.

Sultan Camisi’nin batısından güzel zeminli yürüyüş yolu var. Yolun tam başında, bu çevredeki mezarlılarda yatan tanınmış şahısların isimlerin yazılı olduğu güzel bir mermer kitabe konulmuş. Ünlü ressamlarımızdan Avni Lifij ve Kâmil Akdik, İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy, Mareşal Feyzi Çakmak, Harbiye Nazırı Gazi Edhem Paşa, Osmanlı tarihinin en ünlü şeyhülislamlarından İbni Kemal, 1902’de ölen Pehlivan Kara Ahmed, erken yüzyılın tanınmış mimarı Vedat Tek, yazar Süleyman Nazif, müzikçi Şevki Bey, yazar Ziya Osman Saba, Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek…

Her toplumun bir ölüm kültürü olur. İslam, hayatla ölümü birbirinden fazla ayırmamaya çalışan bir görüş ve anlayışa sahip. Bugün buradayız, yarın yokuz, tavrındadır. Ölen insan toprağa yani başlangıca döner. Tabut, bu dönüşü gerçekleştirmeyecek şekilde, oldukça derme çatma yapılır ve mezara konduktan sonra aralık bırakılır. Hristiyanlığın bahçe gibi, çok bakımlı mezarlık anlayışı İslam’da yoktur. Geleneksel mezarlarda, taşa, ölenin hayatta giydiği başlık türü oyulurdu. Ölümle ilgili, bundan başka bir süs, dekorasyon bulunmaz.

Greko- Latin kültüründe mezarlık, nekropol şehir dışında olurdu. Türkler de bu geleneği benimsediler. Şehir içinde ancak cami hazireleri küçük mezarlıklar görülür.

Ama sonuçta Türk mezarlığı bakımsız, karmakarışık bir yerdir. Taşlar üst üste devrilmiştir, dar geçitleri ot bürümüştür. Vaktiyle şehir dışında yapılmış olsa bile, yaşanan hayatla iç içedir mezarlıklar. Bütün bunlar, hayatla ölümü ayıran çizginin, genel kültürle de alakalı olduğunu vurgular.

Mezarlarda rastlanan en sık ağaç selvidir. Ağaçların dalları, yaprakları ne kadar yayvan olursa, toprak altında kökleri de o kadar yayılır, mezarları bozmaz. Ağaçsız mezarlar Türklere kasvetli gelmekte, ağaçların toprağa soluk aldırdığı, bu da ölülere hava aldırdığı inanılmakta.

Mezarlıklar yolunu yürüyerek ya da uzun kuyrukları beklemeyi göze alırsanız Eyüp’ün değil İstanbul’un en ünlü dinlenme ve seyir mekanlarının başında Piyer Loti tepesine ulaşırsınız. 1800’lerin sonlarına doğru Ragıp isimli bir şahsın kurduğu bu kahve daha sonra Rabia Kadın ismiyle tanınmaya başlanmış. Ama İstanbul’a ilk 1876’da ayak basan Fransız seyyah ve yazar Piyer Loti, buradaki kahveye bir gelmiş, pir gelmiş. Zira onun bu kahveye gelip gitme alışkanlığı yıllarca sürmüş ve adı da Piyer Loti kahvesi olarak kalmış. Sadece kahve mi? Bulunduğu tepe de…

Piyer Loti tepesi yanındaki Gümüşsuyu yerleşiminin İdris Köşkü mevkisinde ünlü İdris-i Bitlisi’nin eşi Zeynep Hatun’un1530’lardan kalma camisi bu çevrenin önemli eserlerindendir.

Gördüğünüz gibi Eyüp kalabalık bir ilçe ve inişli çıkışlı sokaklardan oluşan pek çok gezi yeri var. Buraları dolaşmak öyle çok da kolay değil, yani biraz yorucu. Eyüp Sultan’daki gibi mevcut eserler birbirlerine çok yakın mesafede değiller. Fakat eğer İstanbul’a karşı bir sevginiz varsa ve bu eşsiz şehrin bünyesinde biriken sayısız hatırayı öğrenme konusunda muazzam bir merakınız var ise, her şeye, ama her şeye değer! Eyüp bu işte! Sadece bir kez gelip görmekle asla olmaz. Burası adeta egzotik şark, eski İstanbul!

Bu gezimde de yararlandığım Murat Belge, Haldun Hürel, Eyüp Belediyesi Yayınları, internet sitelerindeki bilgiler ve gezginlere, blogger’a ayrı ayrı teşekkür ederim.