1754

Mezopotamya'ya Tepeden Bakmak - Mardin

Mardin’e iner inmez otelimize geldik. Neyse ki otelimiz turiste alışık olduğundan ertesi gün Mardin dışı gezmek için bize kaskosuz araç ayarladılar.  İlk günü Mardin merkezini gezmeye ayırdık.

Medeniyetlerin doğum yeri olarak bilinen Mezopotamya’nın kuzeyinde yer alan Mardin, Anadolu’nun en eski şehirlerinden biri. Arkeolojik çalışmalardan elde edilen kalıntılara göre Mardin tarihi Yontma Taş Devri’ne kadar uzanıyor.

Mardin’in milattan önce 2850 yılında bir Akdeniz seferinde Sümerler tarafından alındığı biliniyor. Milattan önce 2000 yıllarında Asurluların hakimiyeti altında olan şehrin daha sonra Hititlerin ve Urartuların egemenliğine girdiği biliniyor. Şehrin ev sahipliği yaptığı medeniyetler arasında Emeviler, Abbasiler, Artuklular, Selçuklular ve Osmanlılar dikkat çekiyor.

Mazı Dağı yamaçlarındaki dar sokaklarda dolaşırken görebileceğiniz kalker taşından yapılmış Mardin Evleri’nin en büyük özelliği sıcağı iç kısmına yansıtmaması. Taş işçiliğinin görkemine şahit olmak için kente Orta Çağ görünümü kazandıran, Ortaçağ ve Kuzey Suriye mimarisini yansıtan Mardin’deki evler birbirine çok yakın olmasına rağmen, bir ev asla diğerinin manzarasına engel olmuyor. Daracık sokaklara dizilmiş bu evler avluları, balkon ve teraslarıyla dikkat çekiyor.

‪Sokak aralarında dolanırken gözümüze ilk ilişen Cumbalı Ev “İsmail Efendi Konağı” oldu. Ismail Efendi için Mimarbaşı Lole Mardin’in ender cumbalı evlerden birini inşa etmiştir. Üçgen alınlıklı pencere söveleri ve bezemeleri ile İtalyan Rönesansüslubunu yansıtır. Kemerli pencerenin bordürü bezemelidir. 3 katlı ve ahşap çatılı olarak inşa edilmiştir. Üst kat şu anda eyvan ve eyvana açılan cumbalı oda ile baş oda olmak üzere iki odadan oluşuyor. Avluya bakan diğer odanın arka tarafında yapıldığı dönemde evin ortak hamam olarak kullanılan ancak şu anda bütün geçişleri kapatılmış kubbeli ve aydınlık fenerli bir mekan bulunur.

‪Mardin Proteston Kilisesi Protestan olarak anıldığı halde esasen herhangi bir mezhebe ya da merkeze bağlı değil. Mezhepten çok İsa Mesih’in İncil’de açıklanan sade öğretilerine sadık kalmaya çalışan bir topluluk. Kilisede Türkçe İncil ve 150 yıllık körüklü piyano var.

Artukoğulları döneminin izlerini taşıyan Latifiye Camii'nin esas adı Abdullatif Camii'dir. Halk arasında Latifiye ismiyle anılmaktadır. Latifiye Camii,1314 yılı ile tarihlendirilmekte olup, Abdullatif Bin Abdullah tarafından yaptırılmıştır. Caminin minaresi ilk olarak Mısır Valisi Muhammed Ziya Tayyar Paşa tarafından yapılmış olup, günümüzdeki minaresi ise 1845 yılında Musul Valisi Gürcü Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Yapının özellikle giriş kapılarındaki Selçuklu ahşap işçiliğinin en güzel örneklerinden.

Şehidiye Camii ve Medresesi 13. yüzyılın başlarında Artuklu Sultanı Melik Nasreddin Artuk Aslan tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Medresenin tarihine bakıldığında minareli olarak inşa edildiği fakat zamanla minarenin yıkılmış olan minaresinin 1917 yıllında Ermeni Mimar Sarkis Lole tarafından inşa edildiği bilinmektedir. Medresede ve camide yıkılan ve eskiyen yapısından dolayı çok fazla oynanma yapılmıştır. Caminin avlusunun güney kısmında iki Şahinli bir mescidin yer alır, kuzeyinde ise eyvanlı medrese vardır. Doğusunda ise özgünlüğünü yitirmiş medrese odaları, batı kısmında bakıldığında revaklar ve medreseler bulunur.

Bu kadar yürüyüşten sonra herkesin önerdiği Yusuf Usta’dan biz de birşeyler yiyelim istedik. ‪Yusuf Usta oldukça salaş ama kebapları oldukça lezzetli bir yer... Bahçesi ve hizmeti hızlı... Yalnız Mardin’de ciğerleri sosa batırıp pişiriyorlar. Dolayısıyla soslar pişerken üzerinde yanıyor. Ayranları da fazla sulu... Yine de denemek için uğrayın derim.

Mardin’de her yerde Süryani şarabı satan dükkanlar var. Süryani şarabının yoğun aroması, oldukça koyu rengi, katkısız oluşu -hiçbir katkı maddesi ve tatlandırıcı içermediğinden tadı biraz sert- ama mükemmel içimi ile unutulmayacak bir lezzet. Çok hoş, yoğun ve kendine has bir aroması var.

Karnımızıda doyurduktan sonra gezmeye devam… Çarşı içerisindeki Ulu Camii, çeşitli yerlerine yerleştirilmiş 16 kitabeye sahip olmasına rağmen kim tarafından ne zaman yaptırıldığı ve mimarının kim olduğu bilinmiyor. Mardin’in en eski camisi olarak anılan dini yapı, 2 minareli olarak inşa edilmiş; ancak günümüze bunlardan sadece 1 tanesi sağlam olarak ulaşabilmiş. Akkoyunlu, Memlük ve Osmanlı dönemlerinde revizyon geçirmiş olan yapı, günümüzdeki görünümüne ise 1967’de kavuşmuş. 4 büyük mezhebe hitap eden caminin minaresinde cennetle müjdelenmiş 10 sahabenin isimleri yazılı. Caminin kesme taşlarla örülü duvarlarının arasında görülmeye değer bir avlu ve şadırvan da yer alıyor.

"Kartal Yuvası" adıyla da anılan Mardin Kalesi, günümüze ulaşan son görünümünü 10. yüzyılda Hamdaniler’in çalışmalarıyla elde etmiş. 330 yılında Kral Şad Buhari hastalandığı bir dönemi Mardin Kalesi’nde geçirmiş ve daha sonra kalenin kendisini iyileştirdiğini düşünmüş. Bu nedenle Pers ve Babil halkları da kalenin civarında yerleşim yerleri oluşturmuşlar. Yükseklere kurulmuş kalenin birçok savaşta alınamadığı ve müthiş güçlü bir savunma sağladığı biliniyor. 1.600 yıllık geçmişe sahip olan askeri yapı, stratejik konumu sayesinde bölgeyi elinde tutmak isteyen tüm medeniyetler tarafından kullanılmış.

Bölgeyi istila eden Moğol ordusunun burada hapsettiği Sultan İsa’nın adıyla da anılan Zinciriye Medresesi, 1385 yılında inşa edilmiş. İki katlı ve iki avlulu olarak tasarlanan dini yapı, özellikle girişindeki taş işlemelerdeki ustalıkla dikkat çekiyor. Elverişli konumu nedeniyle geçmişte rasathane olarak kullanılan tarihi yapının içerisinde Sultan İsa’nın türbesi ve birçok eski kitabe yer alıyor.

Süryaniler’in Mor Behnam ve kız kardeşi Saro adına 569 yılında inşa ettikleri dini yapı, orijinali 12. yüzyılda camiye dönüştürüldüğü için Mor Behnam (Kırklar) Kilisesi adıyla anılmaya başlanmış. Kilise, adını 3. yüzyılda Hristiyanlar üzerinde büyük baskı kuran Roma İmparatoru Dokios’a isyan etikleri için Sivas’taki bir buz gölüne sürülen ve burada donarak öldükten sonra şehit olarak anılmaya başlanan 40 askerden alıyor. 1170’te şehitlerin kemiklerinin getirildiği dini yapının öne çıkan bölümlerini 1.500 yıllık kök baskılı perdeleri, geniş avlusundaki çan kulesi ve duvarlarına ustalıkla kazınmış ince taş işçiliği oluşturuyor.

 “Sipahiler” ve “Tellaklar” olarak da anılan Revaklı çarşının bulunduğu yolun iki yanında yer alan revaklar, günümüzdeki ismi almasında etkili olmuş. Bu revakların arkasına dizilmiş dükkânlarda, başta telkari olmak üzere Mardin’e özgü sabun, kolonya, şeker, leblebi, kahve bol miktarda bulabilirsiniz.

Yürüken her yerde satılan Süryani çöreği, içi hurmalı, dışı susamlı kıtır kıtır bir lezzet. Denemeden geçmeyin. !

Mezopotamya ovası, Mardin’in ayaklarının altına serili bir atlas gibidir. Ortadoğu’da Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği bölgenin adıdır Mezopotamya. Bir ucu Türkiye’de bir ucu İran’da bir ucu Irak’ta ve bir ucu da Suriye’dedir. Mezopotamya insanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir ve kadimdir. Tarihi İpek Yolu’nun geçtiği yerdir aynı zamanda. Farklı inanç ve kültürden medeniyetlerin doğup büyüdüğü yerdir.

Kasımiye Medresesi'nin yapımına Artuklu Dönemi’nde başlanmış ve Akkoyunlu Hükümdarı Cihangiroğlu Kasım Padişah döneminde 1457-1502 yıllarında tamamlanmış. Medresenin avlusunda bir çeşme ve büyükçe bir havuz bulunuyor. Medrese, eğitim verdiği dönemde bölgenin en önemli eğitim merkezlerinden biri olup avlusundaki havuzda akan su, doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrasını simgelemektedir. Çeşmeden çıkan su doğumu,döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil eder. Daha sonra bu su kanallarla toprağa aktarılır. Bu da topraktan tekrar can bulmayı yani mahşeri sembolize eder. Güneyde ovaya açık bir cepheye sahip olan medrese, Mardin yapılarının en büyüklerinden. Kasımiye Medresesi değişik bir mimari ile tasarlanmış, gün doğduktan sonra güneş batana kadar cephe önemli olmaksızın tüm derslikler güneş ışığından faydalanabiliyor. Dersliklerin kapı yüksekliği bir metreden biraz fazla. Bu yüksekliğin özellikle tercih edildiği ve öğrencinin hocasının huzuruna girerken başını eğmesi ve hürmet göstermesi anlamında yapıldığı belirtiliyor. Rivayetlere göre Kasım Paşa burada katledilmiş. Yine aynı rivayete göre, Kasım Paşa’nın kız kardeşi, Kasım Paşa öldüğünde kanlı gömleğini ağıtlar eşliğinde bu eyvanın duvarlarına sürmüş ve günümüzde o duvarlara su döküldüğünde ortaya çıkan izlerin Kasım Paşa'nın kan izleri olduğuna inanılıyor.

Mardin’in 4 kilometre doğusunda, ovaya hâkim bir konumda yer alan Deyrulzafaran Manastırı, M.S. 5. yüzyılda Süryaniler tarafından inşa edilmiş. Tamamlanmasının ardından yüzyıllar içerisinde yapılan eklentilerle bugünkü görünümünü kazanan manastır, 1932’ye kadar Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgâhı olarak kullanılmış. 52 patriğin mezarlarının bulunduğu dini yapının en önemli kısımlarını Azizler Evi (Beth Kadişe), Güneş Tapınağı, Kubbeli Kilise (Mor Hananyo Kilisesi) ve Meryem Ana Kilisesi oluşturuyor. Manastır, adını çevresinde yetişen safranlardan alıyor ve Safran Manastırı anlamına geliyor. İçinde inşa edildiği dönemde kullanılan mozaikleri ve tarihi bir Süryanice İncil’I görebilirsiniz. Meryem Ana Manastırı bölümünde bulunanİlk Latin alfabesi için matbaa İngiltere’den getirilmiş... ibrahim Müteferrika Arap matbaayı getirmiş... Bu matbaa ilk latin alfabe matbaası... İlk latin gazete Mardin burada basılmış. Manastırda; metropolit, rahipler (3 kişi), rahibeler (14 kişi), öğrenci ve personellerle birlikte şu an 60-70 kişi bulunuyor. Manastırda yedi mezar var. 2 mezar patrik geri kalan metropolit mezarı. Bir sandalyeye oturtarak doğuya bakırtarak defnediliyor. Daha önce bir tıp merkezi olarak kullanılmış ve 13. yy mezar odasına çevrilmiş. Ayrıca içinde bir güneş tapınağı da mevcut... Pagan dönemine ait. Güneşin ilk ışınları ile ibadete başlayıp sunakta adak adıyorlar. 4000 yıllık bir tapınak. Orjinal zemin iki metre aşağıda. Tavan taşları altı sağa, altı sola yatık ortada kubbe şeklinde birleştirilmiş.

Yolumuza devam edip bu sefer de Midyat’a bağlı Güngören Köyü’ndeki, Süryanilerin ana yurdu olarak bilinen Tur Abdin Yaylası’nda bulunan Mor Gabriel Manastırı (Deyrulumur)’a geldik. Burası arabayla iki saat uzaklıkta. Mor Şmuel ve öğrencisi Mor Şemun tarafından 397 yılında inşa edilmiş.615 ve 1049'da Metropolitlik Merkezi olan manastırda, Kral Arcadius (395-408) zamanında Mor Şemun tarafından barınma ve dua yerleri yapılmıştır. Kral Theodosius (408-450) çağında lahitlerin konacağı abide evi, Meryem ana Kilisesi, Resuller Kilisesi, Kırkşehit Kilisesi, Mor Smuel Mabedi, kral kızı Theodora'nın Mor Smuel tarafından iyileştirilmesi nedeniyle Theodora Kubbesi, Mor Şlemun Mabedi yapılmıştır. Süryani Kilisesi tarafından “İkinci Kudüs” olarak ilan edilen manastır, tamamlanmasının ardından o kadar ünlenmiş ki Roma ve Bizans imparatorlarından bağışlar almış. Aktif olan en eski manastır. Ana kilise MS 329 yılında yapılmış... İbadethane olarak kullanılıyor... Tavanı altın mozaik ile kaplıymış ancak Timurlenk hepsini yağma etmiş.

Metropolit dini-ruhani liderdir. Rahipler tarafından oylanarak seçilir ve Patriğe bildirilir, Patrik de onaylar. Bu bölgede (Fırat-Nil Havzası daha da özel olarak Tur Abdin Platosu diyebiliriz), Metropolit Şam’daki Patriğe bağlıdır. Metropolit’in altında ise rahipler çalışır. İçinde bulunan Theodora kubbesi vaftizhane olarak inşa edilmiş. Ortadaki uzun taş üzüm sıkma işlemi için kullanılıyor. Kilisede gezilen diğer bölüm Meryem Ana Kilisesi. Günde 7 adet ibadet yapılıyor. Kilise yönü herzaman doğuya baktığı, Süryanilerin pazar ve perşembe yapılan ibadetleri hariç namaz kılmadıkları ve buranın papazı 8 çesit İncil okundugunu ve bunun baska hiçbir dinde, mezhepte olmadığı rehper tarafından anlatıldı. Mezarlar bölümünde 15 mezar var içlerinde birden fazla gömü var. En son 1984’de gömü yapılmış. Ölen papazları, manastırın yan tarafındaki mezarlığa, oturur pozisyonda ve doğu yönüne bakacak şekilde gömülüyorlar. Hz. İsa'nın dirilmesinin doğu yönünden olacağı inancına ve o'nun karşısında yatar pozisyonda olmama isteğine dayanıyormuş bu uygulama.

Buradan çıktıktan sonra Midyat’a geldik. Midyat’ın en ünlü mekanı Midyat Konukevi, çocuklar kolunuzdan çekiştirip ‘seni dizinin çekildiği yere götüreyim mi?’ ya da ‘Konağı mı arıyorsunuz?’ diye sorarlarsa şaşırmayın, Sıla dizisinin çekildiği bu konak adeta Midyat’ın sembolü haline gelmiş. Eskiden Hristiyan bir aileye ait konak, daha sonra devlete bağışlanmış, şimdi ise tüm turistlerin ilgi odağı… Sarı kalker taşından inşaa edilmiş konağın taş süslemeleri gerçekten çok güzel, kalker taşı ilk taş ocağından çıkartıldığına yumuşak ve işlenebilir olduğu için ustalar dantel gibi işleyebiliyorlarmış, ardından zamanla sertleşip sağlamlaşıyormuş. İşte bu yüzden yüzlerce yıllık taş oyma ve işlemeleri hiç bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş. Ancak konağın asıl özelliği terası. Gün batımında, göz alabildiğine uzanan ıssız ve huzurlu bir ova, sarıdan kızıla çalan evler, kilise çan kuleleri ve cami minareleri eşliğindeki Midyat manzarası muhteşem.

Midyat’ta da evler Mardin’de olduğu gibi sadece taş. Ve de gölgeleri birbiri üzerine düşmeyecek, yüksekliği birbirini engellemeyecek şekilde inşa edilmiş. Tarihi evlerin genelde tavanları çapraz tonozlu, iki katlı (alt kat ağıl ve kiler, üst kat yaşam ve uyku alanı olacak şekilde). Hala sokaklarda yürürken alt katların ağıl olduğunu görüyorsunuz. Midyat evlerinin Mardin evlerinden bir farkı var. Mardin evlerinin hepsinde, kıbleye bakan güney cephede mihrabı andıran nişler varken, Midyat evlerinde bu nişler Hıristiyanlar’ın kıblesi sayılan doğuda yer alıyor. Midyat’ın asıl nüfusunun Süryani olduğunun başka bir göstergesi.

Midyat ve yakınlarında Mor Abraham, Mor Gabriel, Mor Sobo gibi isimler taşıyan bir çok manastır ve kilise yer alıyor. ‘Mor’ Süryanice Aziz demek, yani mucize gerçekleştirmiş rahiplerin aldığı ünvan.

Asur metinlerinde ‘Yatuların ülkesi – Matiatu’ ismi ile geçen Midyat’ın bilinen tarihi MÖ 2000’lere dayanıyor. Dünyanın en eski yerleşim bölgesi olan verimli Yukarı Mezopotamya bölgesinde yer aldığı için, tarih boyunca Sümerler, Asurlar, Urartular, Makedonyalılar, Persler ve Romalılar gibi birçok uygarlığın egemenliğinde yaşamış bir şehir Midyat. Romalılar döneminde ismi Matiate, Türk Cumhuriyeti döneminde ise Midyat ismini almış. Çoğunluk nüfusu Hristiyan Süryanilerin oluşturduğu, bu sebeple taş işçiliğinin en mükemmel örneklerine şahit olduğunuz bir şehir.

Çarşıda dolaşırken çok güzel gümüş işlerine ve telkari örneklerine rastlıyorsunuz, bölgenin önemli bir geçim kaynaklarından. Tel gibi incecik gümüşü kıvıra kıvıra işleyen telkari ustaları, Midyat’ın en saygın işine sahip.

Arabayla gidebileceğiniz bir başka yerde İpek Yolu üzerinde, antik kaynaklarda Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanınan Dara Antik Kenti Mezopotamya Harabeleri. Burası Nusaybin yolu üzerindeki Oğuz Köyü’nün sınırları içerisinde yer alıyor. Adını Pers Kralı 3. Dara’dan alan antik kent, M.Ö. 530-570 yılları arasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) sınırlarını korumak için kurulmuş. Roma döneminde de önemini koruyan ve gelişimini sürdüren kentte kazı çalışmaları sonucunda sarnıçlar, kuyular, çarşı, kilise, tiyatro ve askeri amaçlı yapılar gün yüzüne çıkartılmış. Kayalara oyulmuş bölümleri de bulunan şehir, İpek Yolu üzerindeki konumu nedeniyle önce ticarette, daha sonra da dini konularda öne çıkmış. Şehrin altında 5.000 kişilik bir nüfus varmış. Ayrıca antik kentte yer alan Dara Antik Kent Zindanı eski bir eve girdiğinizi düşünürken bir anda karşınıza çıkıyor ve merdivenlerden indikçe burasının aslında bir zindan olduğunu fark ediyorsunuz.

Son durak Hasankeyf... Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu tam olarak bilinememektedir. Mevcut bilgilere göre, Hasankeyf kalesinin kurulması, MS. 4’üncü yüzyıla rastlamaktadır. Bu yüzyıl ortalarında, Diyarbakır çevresini ele geçiren Bizans İmparatoru Konstantinos, bölgeyi korumak amacıyla iki sınır kalesi inşa ettirmiştir. Bu iki kaleden birisi Hasankeyf Kalesidir.

Kale, Sasanilere karşı siyasi bir önem kazanınca, daha sağlam bir şekilde yeniden tahkim edilmiştir. Hasankeyf, MS. 639 yılında Emeviler tarafından fethedilmiştir. Bu tarihten sonra; Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ye Osmanlılar hakimiyet kurmuşlardır. Hasankeyf en parlak dönemini Artuklular döneminde yaşamıştır. Merkezde bu dönemden kalan pek çok tarihi eser mevcut.

Yüzyıllardan beri halk arasında YOLGEÇEN HANI olarak bilinen ve yaklaşık bin kişi kapasiteli olan bu doğal mağara, yekpare taştan yapılmış Hasankeyf kalesinin altında bulunmakta olup ağzı Dicle Nehrine doğru açılmaktadır. Bu doğal mağaranın içinde su stok etmek için bir mahzen ve kaleye çıkmak için de bir gizli yol vardır.

Ulaşımın su yolları ile yapıldığı devirlerde, Dicle Nehrinin karşı sahiline gidip gelmek için ulaşım aracı olan Sal ve Keleklerin önünde sıralarını bekleyen insanların dinlendiği ve geceye kalanların da burada yatarak sabahladığı bu loş ve egzotik mekânın içindeki hava akımı, insanın bünyesine uygun bir özellik taşımaktadır. Yazın serin, kışın ılık olan mağaranın içindeki bu atmosfer, bugün de aynı özelliğini korumakta ve dinlenmek için insanları kendine çekmektedir. Bu nedenledir ki dini, dili, ırkı anlaşılmayan, geleni-gideni, gireni-çıkanı belli olmayan ancak her zaman yoğun bir insan trafiğine sahne olan bu mağaraya binlerce yıldan beri YOLGEÇEN HANI denilmiş. Bu han şimdi baraj taş duvarları arasında gömülü...

Evliya Çelebi köprüyü seyahatnamede anlatır. Ancak, Artukoğulları Beyliği dönemine ait olduğu ve Artuk’un torunlarından İlgazi oğlu Timurtaş tarafından 1147 yılında yaptırıldığı da söylenmektedir. Mostar köprüsünün ikizi olarak kabul edilir. Tek kemerli olan bu köprünün içine iki yoldan girilir. İçinde insanların dinlenmesi, yatması ve dış tehlikelerden korunması için odalar yapılmıştır.

Yaklaşık 4000 adet civarında olan bu mağaralar, milattan yıllar önce Kuzey Mezopotamya da hükümranlık sürdüren mağara devri sakinleri olan Sümerlere, Asurlulara ve Babillilere barınma merkezi olmuşlardır.

Başlı başına bir yerleşim alanı ve tarihi süreç içinde birçok medeniyetlerin merkezi olan bu mağaralara, karşı kayalıklardan birleşik kaplar esasına dayalı sifon benzeri bir sistemle, düz alanlara döşenen künkler ve kayalıklara oyulan kanallardan sonra 200 metre derinliğindeki bir vadiden de geçirilerek temiz su ulaştırılmıştır.

Mardin’e döndükten sonra akşam yemeği için Muhteşem Mezopotamya manzarası için önerim kesinlikle Seyr-i Merdin. Yöresel Mardin yemeklerinden kahvelerine kadar birçok seçenek var. Biz Meşhur Mardin tabağı ile başladık. Tabağın içinde tadımlık olarak bulunanlar:

Irok, Mardin usulü kızarmış içli köfte. (Mardin usulü haşlanmış içli köfteye de ikbebet deniyor.)

Sembusek, Mardin usulü kapalı lahmacun.

Haşu, Mardin’e özgü iç pilav.

Patlıcan Dolması, Kurutulmuş patlıcan içine kuşbaşı et ve pirinçle doldurulup servis edilen dolma.

Sonra Mardin meze tabağı ki, içinde pazı kavurma, lebeniye ve humus. Ana yemek olarak da sac kavurma aldık. Üzerine de mırra ☕️

Eğer otel tavsiyesi istiyorsanız; Zinciriye Otel geçmişte ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmemekle beraber Sultan İsa Zinciriye Medrese'sinde çalışan taş ustalarının barındığı içinde yaşadığı ve yapılırken ustaların da bu tarihi eve katkıda bulunduğu söylenmektedir. Otelin konumu çok iyi, kuzeyinde Sultan İsa Zinciriye Medresesi, güneyinde Mezopotamya ovası doğusunda şehidiye camii batısında Ulu Camii. Ayrıca burası M.Ö. 4000 yıllık bir geçmişi olan Mardin Kalesi'nin eteğinde de bulunmaktadır. Otel kuyumculuk, gümüşçülük, oymacılık, bakırcılık, telkari ve alışveriş caddesine 25 adım mesafede.

Planlanan yolculuğa göre Diyarbakır’a tekrar dönmemiz gerektiği için ve Mardin’den Diyarbakır’a ulaşım olarak tek dolmuşa binmemiz gerektiği için dolmuş duraklarına geldik. Bir süre sonra gelen dolmuşa binerken dolmuştan inen bir müşteri şöföre bana saygısızlık ettin seni şikayet edeceğim diye bağırırken görebileceğiniz en hareketli bir sokak dövüşü başladı. Öyle ki, katılmayan insan -hatta kadınlar dahil- kalmadı. Şaşkınlık içinde etrafı seyrederken sinir krizi geçiren bir müşteriden de küfür nasibimizi de aldık. Tüm bu karmaşa şöförün ifadeye çağrılması, jandarma tarafından kimlik kontrolü, ve kucağımda bidonlar taşıyarak Diyarbakır'a vardık. O esnada sinir bozucu görünmesine rağmen şimdi anlatırken kahkadan karnımıza ağrılar girmekte. Halen diyorum daha bir arpa boyu yol alınmamış.