162

Vişnezade - Fındıklı Gezisi

Okullar başladı. Münazara yarışmaları da haliyle. Bugün kızımı İstanbul Atatürk Anadolu Lİsesi’ndeki münazara yarışmalarına Taksim’e bıraktık. Hazır ordayken uzun zamandır aklımda olan Fındıklı- Vişnezade semtlerini gezeyim istedim.

Gezmek, benim için her zaman bir tutku olmuştur. Çocukluğumdan beri yeni yerler keşfetmenin hayalini kurdum, farklı kültürleri tanımanın ve dünyanın dört bir yanındaki güzellikleri görmenin peşine düştüm. Bu tutkum, hayatım boyunca bana ilham verdi ve beni yeni maceralara sürükledi.

Herkes Dolmabahçe Sarayı’nı gezmiştir ama nedense sarayın hemen sonundaki bu güzelim binaya giren kişi çok az.

1930’larda açılan Resim Heykel Müzesi ve meydana açılan noktadaki Başbakanlık ofisi, aslında Dolmabahçe Sarayı’nın üniteleriymiş. Bunun yanındaki Saray Koleksiyonu Müzesi’de öyle…

Milli Saraylar Resim Koleksiyonu’nda bulunan Konstantin Kapıdağlı, Rupen Manas, Stanislaw Chlebowski, Fausto Zonaro, Ivan Konstantinoviç Ayvazovski, Pierre Desire Guillemet, Eugene Fromentin, Stefano Ussi, Felix-Auguste Clement, Şeker Ahmed Paşa, Osman Hamdi Bey, Şevket Dağ ve Abdülmecid Efendi gibi ressamların 200’den fazla resmi burada sergileniyor.

Pitoresk “resmi çizilecek kadar güzel manzara” demek ve İstanbul da bunun hakkını verecek kadar güzel bir şehir.

Ağaçlı yolun arka tarafındaki yukarı sırtlar Vişnezade diye bilinir. Adını vişne yetiştiren Serasker Mehmet Vişnezade’den almış. Burada güzel bir park ve içinde de şair heykelleri var. Fatih devrinden beri yerleşim olan bir yerdir burası.

Şairler Sofası Parkı yahut yaygın adıyla Şairler Parkı, Beşiktaş civarında yaşamış şairlere ait heykeller ile dolu. Park içinde Süleyman Seba, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Cahit Sıtkı Tarancı, Oktay Rıfat, Orhan Veli, Neyzen Tevfik ve Şair Nigâr Hanım’ın heykelleri var.

Bulunduğu semte adını veren Vişnezade Cami, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin 1664’ten kalan eseridir ve Dolmabahçe Sarayı’nın karşı setlerinin üst taraflarında Şairler Parkı ilerisinde bulunuyor. Kagir duvarlı olan caminin ahşap bir çatısı ve üzerinde kiremit bulunuyor. Caminin tek minaresi ve doğu ve kıble tarafında içinde ağaçları bulunan güzel bir bahçesi var.

Ekmekçibaşı Ali Ağa Camisi fetih döneminin önemli bir eseri. Fatih’in askerlerinden Ali, gelip burada bir eser oluşturup mahalle kurmuş. Caminin ilk banisi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ekmekçibaşılarından Ali Ağa’dır ve camiyi 1485 yıllarında yaptırmış.

Bu camiye yakın konumda, son örnekleri kalmış birkaç ahşap evin yanında ve aynı isimli sokakta Şenlikzade Camisi bulunuyor. “Maçka Tekkesi” (Şabani Tekkesi) olarak da biliniyor. 1680’de yapıldığı tahmin edilen camide Şenlik Dede’nin kabri bulunuyor.

Bunun karşı tarafındaki duvarın üzerinde de 1861’den Ramiz Ağa Çeşmesi duruyor.

Dolmabahçe Sarayı’na, büyük otelin kıyısından inen kıvrımlı yolun üzerindeki Ahmet Turani Kabri ve Kırklar Ayazması bulunuyor. Ahmed Turani’nin ikinci kabri Dolmabahçe Sarayı’nın kuşlar galerisi bahçesindedir.

Ahmet Turani Hazretleri ya da lakabı Hammer Usta, Battal Gazi ile kıran kırana dövüştükten sonra dost olup, İslamiyet’i kabul etmiş. Hammer Usta, Bizans’ın yiğit kılıcı olarak biliniyormuş. Giriştiği müsabakalarda kendisi için ‘Hammer, Hammer’ (çekiç) diye tempo tutulurmuş. Bizanslı kılıç ustası Hammer’ın, Battal Gazi ile giriştiği müsabaka iki gün sürer ve hep galip olurmuş. Ama bu sefer Hammer, güreşte Battal Gazi’ye yeniliyor ve orada Kelime-i Şehadet getirip, Müslüman oluyor. Ahmet Turani ismini de kendisine Battal Gazi veriyor. Bir gece Sultan Abdülmecid Han, rüyasında Ahmet Turani Hazretleri’ni, “Sultanım! Kurtar beni” diye feryat ederken görüyor. Bunun üzerine padişah, türbeyi bugünkü yerine naklettiriyor.

Türbenin altındaki Kırk Azizler Ayazması ise Rumca’da ‘kutsal yer’ anlamına geliyor. Ayazma Ortodoks inancı içindeki kutsal su demek. Ayazma suları, şifâ niyetine içilir. Her ayazmanın bir kutsal isim günü vardır. Bu ayazma senede bir gün Nisan ayında açılıyor.

Buradaki koy 1600’lü yılların başlarında Sultan I. Ahmed’in fermanıyla doldurulduktan sonra Dolmabahçe adıyla anılmaya başlanmış.

Abdülmecid’in 1856’da yaptırdığı barok üsluptaki bu muazzam saray, devasa tören salonuyla, burayı aydınlatan 4,5 tonluk Kristal avizesiyle, büyük salonlarıyla, zarif bahçesiyle, içindeki türbeleriyle (Sultan I. Mahmud’un kadınlarına ve kızına ait), saat müzesiyle ve kuş galerisi ile son derece muhteşem bir eserdir.

Dolmabahçe Sarayı daha önce gezdiğimden tekrar uğramıyorum. Zaten sarayı ayrıntılı bir gün ayırarak gezmek gerekir.

Dolmabahçe Sarayı’nın girişinde gördüğümüz pek zarif saat kulesi II. Abdülhamit devrinin eseridir.

Sarayın hemen yanında Sultan Abdülmecid’in annesinin adına yaptırdığı 1853 tarihli tasarımı Garabet Balyan’a ait Dolmabahçe Bezmialem Valide Sultan Camisi şimdiki ismi Dolmabahçe Camisi duruyor. İki ince minareli çok zarif bir eser. Caminin en belirgin biçimsel özelliği net bir kurgu ve geometriye sahip olması.

Yol başında, Bezmialem Valide Sultan Camii karşı köşesinde, ilk Barok süslemeleri ve beyaz mermerleri olan 1741 yılında Sultan I. Mahmut dönemi Sipahi Ağalarından Hacı Mehmet Emin Ağa’nın yaptırdığı Mehmet Emin Ağa Çeşmesi ve Sebili bulunuyor. Bir tarafında hazireye açılan bir kapı diğer tarafında ise bir çeşmenin yer aldığı sebil bulunuyor.

Az ilerde bir başka sebil göreceğiz. Bu da ilkinden kırk yıl sonra, I. Abdülhamid’in sadrazamı Koca Yusuf Paşa’nın yaptırdığı sebil. Bu sefer çeşme ortada, iki yanında da sebilin güzel parmaklıklı pencereleri var.

Burada hem sebil ve hem çeşme bir arada. Sebiller, yazın soğuk suyun yanında, halka şerbet ve meyve suyu ikram edilen yapılar. İkramı yapan görevliler, sebil maşrapaları ile küplerin temizliğinden sorumluymuş.

Bu sırada bir de Şeyhülislam Esat Efendi’nin 1613’te yaptırdığı üç köşeli mermer çeşmeyi görüyoruz.

Şeyhülislâm Mustafa Efendi’nin çeşmeyi yaptırdığı kitabede yazılı. Çeşmenin ustası İbrahim Ağa. Klasik tarzda, kesme taştan inşa edilen çeşme, ayna taşı, tekne ve külliyenin avlusu içerisinde oldukça geniş bir alanı kaplıyor.

Adalar vapur iskelesinin bulunduğu tarafta (şimdi restorasyonda) Hekimoğlu Ali Paşa’nın 1732’de yaptırdığı Kabataş Meydan Çeşmesi’ni görüyoruz. Adnan Menderes 1957’de bu yolu açarken, kaybolan çeşitli tarihi yapıların yanı sıra, kalanların çoğu da yer değiştirmiş. 1958’de bu çeşme iç taraftan şimdiki yerine taşınmış.

1732 yılında, Hekimbaşı Nuh Efendi'nin oğlu Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa tarafından yaptırılan çeşme, dört yüzlü ve iri hazneli bir meydan çeşmesi.

Kare şeklindeki dört cepheli yapının iki cephesi süslenmemiş ve sadece mermerle kaplanmış. Denize ve yola bakan cephelerin ortasında muslukların bulunduğu ayna taşları yerleştirilmiş. Çeşmelerin önündeki mermer teknenin yanlarına da dinlenme taşı konulmuş. Çeşmenin sivri kemerli ayna taşı ve çevresi çiçek ve dal motifleriyle süslenmiş. Kemerin üzerine de eserin yapım kitabesi yerleştirilmiş. Lâle Devri özelliklerinin görüldüğü Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi, geleneksel üslupla batı üslubunun harmanlandığı bir eser.

Yakınlarında bulunan Tophane Çeşmesi gibi bu çeşme de 2007- 2008 yıllarında restore edilmiş. Fakat ne yazık ki restore edilen-edilmeyen birçok çeşmede olduğu gibi çalındıklarından muslukları yok.

Yolun ortasında çevrilmiş haliyle tek başına çınar ağacının altında Sultan Fatih’in Çizmecibaşısı Mahmud Bedreddin Ağa’nın bir açık mezarı duruyor.

Çizmecibaşı, Yeniçeri ocağının “orducu” denilen sanatkârlardan çizme ve ayakkabı yapanların ustalarına verilen addır. Saray sanatkârları arasında ise çizmeci yerine “mûze dûzan” tabiri kullanılırmış. Mûze; Farsça çizme, dûz da dikmek mânasına gelen duhten mastarından dikici demek.

Açık türbenin etrafında zamanında bir de tekke varmış.

Osmanlı’da bir mesleğe mensup her esnafın bir tekkesi varmış. Çizmeciler Tekkesi de Çizmeciler esnafının manevi bir sığınağıymış. Çünkü Osmanlı’da hemen hemen her insan bir tarikata üyeymiş. Esnafından sanatkârına herkes usta-çırak metoduyla nefsini terbiye edermiş. Adeta birer terbiye ocağı imiş.

İskelenin olduğu park içinde sultan tuğralı bir hadika taşı göreceksiniz. Boyu yaklaşık iki metre kadardır. Sultan Abdülmecid’in burada kıyıya yanaşan sandalcılar için emin bir iskele yaptırmasının anısına 1800’lerin ortalarında dikilmiş. Üzerinde sultanın tuğrası bulunan taşın bir yüzünde limanın faydaları, diğer yüzünde Sultan Abdülmecid'e söylenen dualar yazılı.

Hadika, Osmanlıca etrafı ağaçlarla çevrili, sulak bahçe ve bostanlar için kullanılan bir kelime. Hadika taşı ise Sultan Abdülmecid’in kızı Fatma Sultan ile Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu Galip Paşa’nın düğünü nedeniyle 1850’de Sultan Abdülmecid tarafından Kabataş rıhtımına dikilmiş bir taş. Kim tarafından yapıldığı bilinmeyen taş, mermerden dört taşıyıcı sütun ile yapılmış olup, çift taraflı kitabeden oluşmakta. Hadika taşını diğer anıtlardan ayıran en önemli unsur ise, yapıldığı dönemde bu mesajların hem denizden hem de karadan rahatlıkla görülebilmesidir.

Kıyı boyunca yürürken kareye yakın dikdörtgen kütleli tek kubbeli harimi, altı destekli planı ile Sinan’ın güzel eserlerinden Molla Çelebi Cami’sİne geliyoruz. 1586 yılında Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bursa ve İstanbul kadılarında bulunmuş Kazasker Mehmet Vusuli Efendi’nin yaptırdığı caminin kubbesi altıgen. Kemerlerde köşelere bağlanmış. Yarım kubbeler köşelerde yer alır ve birbirlerine bitişikler. Beşinci yarım kubbe ise mihrap çıkıntısının üstünde. Caminin hamamı ise yol genişletilirken tamamen yok olmuş.

Molla Çelebi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bursa ve İstanbul kadılığı yapmış. Anadolu Kazaskerliği ’ne kadar yükselmiş olup, aynı zamanda şairdir. Ünlü Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’nin oğludur. “Molla Çelebi” lakabıyla anılan Mehmed Vusuli Efendi’nin Sultan III. Murat’ın Harem-i Hümayun’daki kadın müsahiplerinden Ayşe Hubbi Hatun ile evlendiği için “Hubbi Mollası” olarak da şöhret bulmuş.

Kanuni Sultan Süleyman'ın 13 yıl vezirliğini yapan ve padişahın emriyle idam edilen Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın yüzyıllardır kesin olarak bilinmeyen, Sadrazam Pargalı Maktul İbrahim Paşa’ya ait olduğu söylenen bu kabir, ana caddenin sol tarafında, banka binalarının arasındaki köşede, Canfeda Sokağı’nın ucunda duruyor öyle garip ve yalnız…

Namık Kemal İlköğretim Okulu, Selime Hatun Camii sokakta. Okulun binası; Faik Paşa konağının yerine yaptırılmış. Konak. Bir dönem Meclis-i Mebusan konuk evi olarak kullanılmış. Okul. 1933-1934 eğitim öğretim yılında açılmış ve 1960 yılında ise Namık Kemal İlkokulu adını almış.

Fındıklı setlerinde 17. yy. kalma Ömer Avni Camisi set duvarına bitişik halde duruyor. Reisülküttab Ömer Avni Bey tarafından 1651 yılında yaptırılmış. Çatılı, ahşap tavanlı camide Nisan 2007’de bir yangın çıkmış. Kullanılamaz duruma gelen yapı onarılarak tekrar ibadete açılmış.

Tophane civarındaki Bostaniçi Sokağı’nda Sefer Kethüda Camisi’ni göreceksiniz. Abdüllatif Efendi adlı bir zat tarafından yaptırılmış. İnşa tarihi bilinmiyor. 1874 tarihinde yağan kar nedeniyle çatısı çökünce yeniden yapılmış. Caminin kalın gövdeli bir bodur minaresi var.

Defterdar Yokuşu’ndan Tophane’ye doğru inerken İtalyan Hastanesi karşısında yer alan Defterdar Ebulfadıl Mehmed Efendi Camiisi Mimar Sinan’ın eseridir. Ebülfazl Mehmed Efendi, 1553’te Mimar Sinan’a Tophane’deki konağının civarında bir cami, bir mektep ve kendisi için bir türbe inşa ettirmiş. 1563 yılında da vefat etmiş. “Defterdar Cami” olarak da bilinen cami, 1916 senesindeki Cihangir yangını sonrası sadece dört duvarı ve minaresi ayakta kalmış, haziresindeki mezar taşları da Kılıç Ali Paşa Camii’nin haziresine nakledilmiş. Hazire içerisinde 100’e yakın kabir bulunmakta olduğu bilinmek. 1936’da cami tamamen ortadan kaldırılmış, bir dönem arazisi çay bahçesi olarak kullanılmış. 1991 senesinde yeniden inşa edilerek, 1993’te ibadete açılmış.

1838 yılında, Sardinyalı gemicileri tedavi edebilmek maksadıyla Şövalye Montiglio Kurduğu 150 yıllık İtalyan Hastanesi. İtalya’nın birliğini sağlayan ve “Vatan Babanın Babası” lakabıyla anılan Kral II. Vittorio Emanuele tarafından C. Giorgio ve C.E. Stampa adlı iki mimara bugünkü bina inşa ettirilir. Bu hastane görevli Dr. Antonio Lagope Osmanlı İmparatorluğu için Karantina Teşkilatı’nı kurar ve teşkilatın başhekimi olarak atanır. Hazır yeri gelmişken “karantina” kelimesinin İtalyanca kökenli olduğunu ve 40 anlamına gelen “quaranta” kelimesinden türetildiğini söyleyelim. Bu kelime zamanında Venedik limanına gelen gemilerin kente bulaşıcı hastalık taşımaması için hastalıkların kuluçka süresi olarak kabul edilen 40 gün boyunca liman dışında demirletilmesi uygulamasına verilen isimdir. Hastane, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu tarafından işgal edilir. Hastanede çalışan rahibeler bu nedenle İstanbul’u terk eder. Savaşın sona ermesi ile dönen rahibeler hastaneyi yeniden hizmete sokar. 1936 yılından sonra sadece İtalyanlara değil, tüm İstanbul halkına hizmet vermeye başlar. Zaman için köhneleşen hastane sonra Amerikan hastanesi grubuna sonra Universal Hastane grubuna geçtikten sonra kapanır.

Bina, İtalyan Hükümeti’nin malı olup, bugün boş olarak durmakta olup olmadığına emin olamadım.

Tophane’de eski Topçu kışlalarının bulunduğu yere geliyoruz. Kışlalardan artık eser kalmamış.

Beyoğlu’nda artan nüfusa bağlı olarak bölgede su sıkıntısı ortaya çıkınca II. Mahmut döneminde Beyoğlu’na hem ihtiyaca karşılık verme amaçlı hem de dönemin süsleme üslubunu yansıtacak şekilde dokuz adet çeşme yapılmış.

1687 yılından günümüze ulaşmış klâsik üsluplu Mahmut Efendi Çeşmesi.

1777 tarihinde Kaptan Yusuf Ağa tarafından yaptırılan Kethüda Yunus Efendi Çeşmesi. Dikdörtgen bir bordürle çevrelenen mermer çeşmenin taş ve tuğla örgülü haznesi var. Teknesi yol kodunun altında kalmış.

İtalyan Hastanesi’nin karşısında 1732 tarihli Ebul Fadıl Mehmet Efendi Camisinin yanında bulunan Defter Emini Çeşmesi.

Sahil yolunda devam ettiğimizde, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi’ne geliyoruz. Eski Güzel Sanatlar Akademisi daha önce Edebiyat Fakültesi, bundan önce Meclis-I Mebusan, daha önce de Adile Sultan sarayı idi. Son Osmanlı Meclisi burada toplanmış. Onun güneyindeki bina da eskiden Saliha Sultan Sarayı imiş. Çifte Saraylar olarak da bilinir. Okulun ünitelerinden biri olan tarihi sıbyan mektebi ve ön yüzündeki zarif çeşme Sultan III. Osman’ın eşi Zevki Sultan’ındır ve 18.yy.dan kalmadır. 16.yy. da bu mevkide Kıbrıslı Beylerbeyi Arap Ahmed Paşa ve karısı Perizat Hatun’un dergahı varmış. Keşfi Cafer Dergâhı diye bilinirmiş. Önünde, yol genişletirken yıkılan ve gününüze kaian Zevki Kadın Sıbyen Mektebi ve Çeşmesi halen duruyor.

Rotamı tamamlayıp Karaköy’e vapura binmek üzere yürürken yolda önüme çıkan muhteşem Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Ortodoks Kilisesi’ne bakmadan edemedim. Ermeniler tarafından inşa edilen en eski kilise. Bu kilise, ataları Anili olan bir kısmı Lehistan’a bir kısmı İstanbul’a yerleşmiş Kefeli bezirganlar tarafından 1436 senesinde Rum hakimiyeti sırasında inşa edilmiş. Birçok yangın geçiren kilise, özellikle 1731’de Büyük Oruç dönemindeki yangında tamamen tahrip olmuş ve 1733’te Kayserili Sarkis Kalfa tarafından yeniden inşa edilmiş. 1958 yılındaki Karaköy-Tophane yol yapım çalışmaları yüzünden 1965 yılında Mimar Bedros Zobyan tarafından eski yerinden biraz ileride tekrar inşa edilmiş. Kilise, külah biçimindeki kubbesi ile Ermeni kiliseleri arasında özel bir yere sahipmiş.

İstanbul, içinde apayrı bir tarihi barındırıyor. Halen tarihin izlerini tüm bu semtlerde aç bir kurt gibi görüyorum. Yıllardır İstanbul’da yaşayan biri olarak kendi şehrimi keşfediyor olmak inanılmaz keyifli.

Bu gezimde de mekanların tarihleri, eserlerin anlamı, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri, yaşam tarzları ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:

İstanbul Nasıl Gezilir-Haldun Hürel

İstanbul Gezi Rehberi- Murat Belge

Taşların Dilinden İstanbul-Sami Bayraktar

Strolling Throug İstanbul-Hilary Summer-Boyd & John Freely

Turan Akıncı

Mustafa Cambaz

Kültür Envanteri

Hayalleme

Gezgin Rehberler

Önder Kaya

Türkiye Tarihi Eserleri

Burada İstanbul Var

İstanbul’u böylesine güzel anlattıkları için teşekkür ederim.