Langa- Cerrahpaşa- Kocamustafapasa Gezisi
Her adımda başka bir hikâyeyi fısıldayan, mimari güzellikleriyle içimizi açan, değişime ayak uydursa da eski dokusunu korumuş bazı sokaklar, İstanbul ruhunu halen yaşatıyor. Bu sokaklardan şöyle bir geçerken bile insanın hayallere dalıp gitmesi mümkün. Belki hiç yaşamadığımız, sadece filmler ya da kitaplarda tanık olduğumuz o sokakları hissetmek de. Gördükçe, duydukça, hissettikçe içimizde başka kapılar aralayan İstanbul sokakları. İşte, o sokaklardan Langa-Cerrahpaşa ve Kocamustafapaşa…İstanbul’un yedinci tepesi…
Bilinen en eski İstanbul bu sokaklarda yaşamış. Krallara, imparatorlara, depremlere, zaferlere, yangınlara, yağmalara dayanmış sokaklar. Beton komşularına inat ayakta durmaya çalışan yüz yıllık yapılar insanı hala kendine hayran bıraktırıyor.
İki yanı eski ahşap evler dizili, taş döşeli kıvrılan yolları, asırlık çınarların gölgesindeki çardaklı çayevleri ve yüzyıllardır olduğu gibi hala canlı kamu merkezleri olan antik cami avluları ile Osmanlı devrinin havasını koruyor. Bu tatlı ve eski bölge Stambol’un en büyüleyici yerlerinden, şehirde dolaşmaktan en çok zevk alınan semt de burasıdır.
Yenikapı Metro istasyonunda inip ilerleyen caddeye adını veren Küçük Langa (Vlanga) semti, Aksaray ve Cerrahpaşa arasında bulunuyor.
Langa, Yunanca’da “dışarıda” anlamına geliyor. Semtin bu adı alması da zamanında dışarıda kalmış olması. Bölge tamamen denizmiş, surlar deniz bu bölgeyi kapsamayacak şekilde geçiyormuş, liman dolduktan sonra yerleşime açılınca da sur dışında kalmış olan bir mahalle olduğu için de Vlanga adını almış.
Yenikapı’nın ilginç bir de efsanesi var. Tebdil gezmeye meraklı IV. Murat bir gün bir sandala binip Boğaz’a açılır. Sandalcı, geleceği bildiğini, gaipten haber aldığını iddia eder. IV. Murat ona padişahın o anda nerede olduğunu sorar. Adam durumu anlar, “Sultan sizsiniz” der. Onun üstüne padişah daha zorlu bir sınava girişir, “Şehre hangi kapıdan gireceğimi bileceksin. Yoksa…” der. Adam remilini atıp (kaybolan bir şeyin yerini bulmak, merak edilen bir işin sonucunu öğrenmek amacıyla kum üzerine çizilen çizgilerle fal bakmak) bir kâğıda bir şey yazar, ama kâğıdı ancak kapıdan içeri girdikten sonra okumasını ister. Padişah sandalı Marmara kıyısına yönlendirir, indikleri yerde suru yıkıp kapı açmalarını emreder. Böylece açılan kapıdan girince açıp kâğıda bakar. Kâğıtta “Hünkârım, Yeni Kapınız hayırlı olsun” yazmakta.
Eski Ermeni Yalı mahallesi, deniz tarafında Marmaray Yenikapı tren istasyonunun güneyinde kalan tarihi sokak dokuları korunmuş bir bölge.
Aksaray’dan güneye, denize doğru iki önemli cadde iniyor. Biri doğuda kalan ve Saraçhane’den gelen Gazi Mustafa Kemal Caddesi, diğeri ise ayni paralelde Namık Cemal Caddesi… İşte bunların arasında ve eskiden Langa Bostanları bulunuyordu. Sermet Muhtar Alus, 22 Mayıs 1951 tarihli Akşam gazetesindeki Gördüklerim, Duyduklarım adlı köşesinde Bulgar, Rum ve Adalı bahçıvanlarca işletilen Langa bostanlarında dut, mısır, armut, incir, sırık domates ve en güzel salatalıkların bolca yetiştiğini, kuyularının suyunun hem çok hem de tatlı olduğunu, orada yetişen yemişin, zerzevatın başka bir lezzet taşıdığını yazmış.
Bunun dışında elma, armut, kayısı, şeftali gibi meyve ağaçlarının ve turp, maydanoz, roka, marul, salata, tere gibi sebzelerin bol bol yetiştirildiği bu bostanlar aynı zamanda birer mesire yeri olmuş.
Çarşı pazarda “çiçeği burnunda çamuru karnında Langa hıyarı” sesiyle satılan ve şöhreti tüm İstanbul’a yayılan Langa salatalığı ise bir döneme damgasını vurmuş.
Şimdi buradan eser yok. Otopark olmuş.
Marmaray inşası sırasında yapılan kazılarda Langa bostanlarında ortaya çıkarılan Roma Devrine ait Teodosius Limani ya da Eleuteros bulunuyor. İstanbul’un tarihini 8500 yıl geriye götüren ve dünya literatüründe yer alan ancak izine bir türlü rastlanamayan Theodesius Limanı’nı, dünyanın en geniş Orta Çağ batık gemi koleksiyonuna, 57 farklı türdeki 60 bin hayvan kemiğine, o döneme ait bitki türlerine ait kalıntılara, eşyalara, sahip bir açık hava müzesi. Tamamlana kadar çıkarılan eşyalar İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde muhafaza ediliyor.
Yine Marmaray inşası sırasında bu mevkide bir kilise kalıntısına da rastlanmış. Kilisenin denizciler ya da Langa bostanlarında çalışan işçiler tarafından kullanıldığı sanılıyor. Kilise ve çevresinde yapılan kazılarda 9-14. yüzyıl arası bazı buluntular ortaya çıkmış.
Burası etrafı çevrili ve arkeolojik kazı devam ediyor. Bitmesini dört gözle bekliyorum.
İstanbul Suriçi Yenikapı Alaçam Sokakta 1648 tarihlerinde inşa edilmiş Yenikapı Aya Theodoros Rum Kilisesi bulunuyor. Yapının daha eski tarihli olduğu ve yangın sonrası Sultan I. İbrahim tarafından yeniden yapımına izin verildiği biliniyor. 1830 tarihinde kilise tekrar inşa edilmiş ve İstanbul’da Aziz Teodoros’a ithaf edilmiş tek kilise olma özelliğine sahip. Aziz Teodoros küçük yaşta felsefeye merak sarmış ve Küdüs’te papaz olmuş, Teoloji bilgisi sayesinde Edessa Baş Psikoposluğuna yükselmiş bir kişi.
İstanbul’un tamamında 108 gayrimüslim okullarından biri olan Özel Langa Rum İlköğretim Okulu.
Bu iki ana güzergâh arasında, Cerrahpaşa Hastanesi’ne doğru 1495’ten kalan Kâtip Muslihiddin Camisi.
Diğer ismi Ahmed Kethüda olan Sadrazam Murad Paşa’nın kethüdası Ahmed Kethüda tarafından 1533’te yaptırılan, sonra hanımı Ayşe Revnak Hanım tarafından eşinin ruhunu şad etmek gayesiyle tamir ettirilip ve bir de çeşme ilave edilen, yol seviyesinden yüksekte bir kaç basamak merdiven çıkılan iç, dış yeşil hakim olan Şemi Molla Camisi,
Langa caddesi üzerinde 1560’lar da yapılan ve ahalinin Bostan Camisi diye de nitelendirdiği Hünkâr kapıcılarından Mehmed Şah tarafından yaptırılan, bir sıra briket, bir sıra tuğla ile inşa edilmiş Şahu Geda Camisi,
II. Beyazıt devrinden olup 1896’da yenilenen Fatih’in Kaftancıbaşısı ni’me’l ceyşten Bayram bin Eyne Bey tarafından yaptırılmış, dikdörtgen planlı kâgir duvarlı, ahşap çatılı, minaresi tuğladan kalın gövdeli ve basık, Ahmed Kâhya Camii Sokağı köşesinde bulunan Hacı Bayram Kaftani Camisi,
Haseki Hastanesinin karşısındaki 15.yydan kalma adı dağlayarak tedavi eden anlamında “Keyci Hatun” “Keçi Hatun” olan küçük Keyci Hatun Camisi,
Haseki Ali Paşa caddesindeki tarihi çeşme Gülbuy Kadın Çeşmenin hemen yanında Yavuz Mehmet Cami,
Fatih Sultan Mehmet dönemi devlet adamlarından Cambaz Mustafa Ağa tarafından 1485 yılında yaptırılan İlk mektep sokak ile Eski cami sokağın kavşağındaki Cambaziye Camisi görüyoruz…
Cerrahpaşa Camii son derece keyifli bir bahçenin içinde yer alıyor. Tarihi 1593 yılına uzanan revaklı, bu cami Sinan’ın yanında yetişmiş ve onun ölümünden sonra mimarbaşı olmuş Davut Ağa’ya ait. Tek minareli ve klasik Osmanlı tarzındaki cami, kütüphane, türbe, şadırvan, sebil, çeşme, hamamdan oluşan bir külliyenin günümüze ulaşan az sayıda eserlerden biri. Hemen yan taraftaki altıgen türbede ise semte ve hastaneye adını veren Cerrah Paşa yatıyor.
Freely ve Summer-Boyd’un deyişiyle. “Vezirler için yapılmış camilerinin en güzel beş altı tanesinden biridir”.
Cerrah Mehmet Paşa, saraya berber ve dolayısıyla cerrah olarak girmiş ve III. Mehmet’in sünnetini yapmıştır. Mehmet’te padişah olduğunda onu sadrazam yapmış. Camiye yaptıran Cerrah Paşa olunca buraya daha sonra kurulan tıp fakültesine de Cerrahpaşa denilmiş. Cerrahpaşa Hastanesi olarak bilinmesi, yeni bir mitin oluşmasına yol açmış. Cerrah Paşa’nın, burayı güzel ve sağlıklı havasından dolayı seçtiği inancı.
Cerrah Paşa Camisi’nin karşısında on altıncı yüzyılın ikinci yarısında kalma (1568 yılında) Gevherhan Sultan Medresesi bulunur. Gevherhan Sultan, Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın eşi ve Sultan II. Selim’in kızı. Restore edilmiş bu medrese arka tarafta hücreler olan revaklı dikdörtgen avludan oluşan standart bir forma sahip.
Bugün Deniz Feneri Yardım Derneği tarafından kullanılıyor.
Tarihi Cerrahpaşa Fırını (reklam değildir). Bölgenin en eski fırınlarından… Ekmek, poğaça, simit, envai çeşit kuru pasta çeşitleri, çay yani her şey var. İki masalık bir oturma grubu ve güler yüzlü çalışanlar ile uzun yürüyüş sonrası mola için ideal.
Arkadius Sütunu, Cerrahpaşa fırının hemen yanındaki sokakta iki ahşap ev arasına sıkışmış bir eski duvar. Bu duvar İmparator Arkadius’un 402’de diktirdiği muazzam dikili taşın kaidesidir.
Bugün yoğun bir yapılaşmanın etkisi altında olan Haseki Hürrem Camii’nin yanındaki bölge, bir zamanlar İmparator Arkadius’un Arkadius Forumu yani Avrat Pazarı meydanıymış. 402 yılındaki zaferlerini ilan etmek için imparator Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütunu şehrin yedinci tepesine diktirmiş. İstanbul’u koruduğuna inanılan tılsımlardan biri olarak kabul edilen sütunun üzerinde şehrin ufuklarını gözleyen güzel bir peri heykeli varmış. İlk zamanlar. Evliya Çelebi’ye göre sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtan Konstantin gözcülerin tehlike anında çaldığı çanlar yerleştirmiş. 421 yılında II. Theodosius bu sütunun üstüne babasının atlı bir heykelini koydurmuş, ancak bu heykel 704 depreminde düşüp parçalanmış. Civardaki binaların üstüne çökebileceği korkusuyla 715 yılında yıkılan sütundan bugün sadece iki bina arasına sıkışan bu kaidesi kalmış.
Denize doğru gidildiğinde, kuleleri, tuhaf çatısıyla dikkat çeken yüksekçe bir taş binaya geliniyor. Bu yüzyılın başlarında Milli Mimarı akımı içinde yapılmış Bulgur Palas.
Bulgur Palas, I. Ulusal Mimari Akımı’nın 1912 senesinde yapılan en muhteşem örneklerinden biri. İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından Bolu milletvekili, bulgur tüccarı Mehmed Habib Bey için yapılan bina. Adını sahibinin mesleğinden almış. Üst katından harika bir deniz manzarası olan konak, 1920’lerde Osmanlı Bankası’nın mülkiyetine geçmiş ve uzun yıllar bankanın arşivi olarak kullanılmış. Arşiv daha sonra Osmanlı Bankası Müzesi’ne taşınmış. Bina şu anda IBB tarafından yeniden restore edildi. İçinde kütüphane ve sergi salonu bulunuyor.
Yarımada’da yer alan dört büyük hastane kompleksinin ikisinin arasında güneyde Cerrahpaşa kuzeyde Haseki semti var.
Bayram Paşa Külliyesi’nin hemen yanında da (sol tarafta) Süleyman’ın eşi Hürrem’in yaptırdığı Haseki Külliyesi yer alıyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan ya da Batı’da bilinen adıyla Rokselana, sarayda son derece güçlü bir kadınmış. Bunun için Fatih ve Süleymaniye külliyelerinden sonra şehirdeki en büyük üçüncü külliyeyi yaptırmış olması hiç şaşırtıcı değil. 1539 yılında Avrat Pazarı’nda yapılan külliye, cami, medrese, darüşşifa, mektep, sebil ve aşevinden oluşuyor. Orijinal olarak tek minareli ve tek kubbeli olarak 1539’da Mimar Sinan’a yaptırılan cami daha sonraki yıllarda eklenen sütunlar, kubbe ve üç revaklı kemerle genişletilmiş. Caminin çini kitabesi bugün Çinili Köşk’te sergileniyor. Bir zamanlar pencerelerinin üstündeki hilal şeklindeki aralıkları süsleyen zarif İznik çinileri koruma amaçlı olarak İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış.
Medresenin hemen yanında yer alan Sultan mektebi, zarif işçiliği ile diğer mektep binalarından öne çıkıyor.
Darüşşifa binası hoş bir sekizgen avlunun içinde bulunuyor. 1550 yılında tamamlanan darüşşifa, ilerleyen yıllarda önce kimsesiz ve muhtaç kadınların tedavi edildiği hastane, sonra da halk arasında “Haseki Zindanı” olarak isimlendirilen kadın hapishanesi olarak kullanılmış. 1894 yılındaki depremde büyük hasar gören bina, onarıldıktan sonra asli görevine iade edilip tekrar hastane olarak hizmet vermeye başlamış. İlginç olan ise Hürrem Sultan’ın burada değil Süleymaniye Camii’nde kocasının yanına gömülmüş olması. Şu an burayı HEKVA Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı kullanıyor. Tamamen bayanlara yönelik Sosyal hizmet içeren hizmetler veriyorlar.
Haseki caddesinin Kızıl elma caddesi ile kavuştuğu sokak boyunca yürüyünce birkaç yüz metre ileride Davut Paşa Camii ve Külliyesi bulunuyor. Davut Paşa, Sultan II. Beyazıt’ın sadrazamıymış. Bu yapı daha çok fetih öncesi Osmanlı mimarlığının özelliklerini taşıyor. Cami, T biçiminde (İstanbul’da bunlar enderdir). İki yanında tabhaneleri var. Hatları Şeyh Abdullah’ın eseridir. İstanbul’un ünlü şerifiye mahkemelerinden Davutpaşa mahkemesi de caminin bitişiğinde. Burada 15.yy. dan kalma tarihi belli olan en eski Osmanlı çeşmesi de bulunuyor.
Hemen yanında 17 yy. hüküm süren Sultan IV. Murad’ın ünlü sadrazamı Bayrampaşa’ya ait Bayrampaşa Külliyesi var. Külliye yapıldığında Bayram Paşa sefaret kaymakamıymış, iki yıl sonra sadrazam olmuş ve çok geçmeden IV. Murat’ın Bağdat seferinde ölmüş.
Sokak, külliyenin ortasından geçiyor. Sağda mektep ve medrese, sol köşede mescit, tekke, türbe ve sebil var. 17 yy. ortalarından kalan bu yapılar kümesi, başka birçok Osmanlı külliyesi gibi asimetrik dağılımı ile oldukça güzel.
Davut Paşa Medresesinin güneyinde, Kocamustafa Paşa Caddesinin solunda Esekapı İbrahim Paşa Medresesi ya da İsa Kapı Mescidi bulunuyor.
1924 yılında araştırmacı M. Alpatoff ve N.B runof tarafından yapılan araştırmalara göre burada, daha önce bir Bizans kilisesinin varlığı tespit edilmiş. Tarihçi Paspatis tarafından, kilisenin 1159 yılında açık olan Lasites Manastırı olduğu belirtilmiş. Hatta Hz. İsa’nın göğe yükselirken üstüne bastığı taşın bu kilisede saklandığı iddia edilmiş.
Kilisenin muhtemel uzunluğu 23 metre ve genişliği 9 metre. 14. yüzyıl başlarına tarihlenen kilisenin yapılış tarihi ve kime adandığı bilinmemekte.
1560 civarında İbrahim Paşa adlı hadım tarafından camiye çevrilmiş. İbrahim Paşa kiliseye Sinan tarafından tasarlanmış bir medrese eklemiş.
İsa Kapı Mescidi isminin yakınlardaki Büyük Konstantinos’un surlarında bulunan kapıdan almış.
Aynı yönde biraz daha devam ettiğinizde, Davut Paşa Camii’nin yaklaşık 200m. kadar ilerisinde Hekimoğlu Ali Paşa caddesi bulunuyor. Karşımıza 18 yy. başlarından kalma Türk-Barok unsurunun erken dönemlerinden Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi Camisi, türbesi, sebili, merdivenlerle çıkılan kütüphanesi çıkıyor. Ali Paşa saray doktorunun oğluymuş ve onbeş yıl Sultan I. Mahmut’un sadrazamlığını yapmış. Mimar Ömer Ağa’nın eseri.
Hekimoğlu Ali Pşsa Cami’ye gelmeden hemen önce geçtiğimiz kavşaktan sola saparak Yapağı Sokak’a ulaşıyoruz. Soldaki ilk sapaktan önce bahçesi duvarlarla çevrilmiş Panayia Gorgoepikoos, İstekleri Tez Cevaplayan Bakire Kilisesi Rum Kilisesi görüyoruz. Kilise 1343 tarihine ait ancak su anki bina ondoku19. yüzyıldan kalma.
Kızılelma Caddesi’ne açılan Taşköprülüzade Sokağı’ndaki Surp Agop Ermeni Kilisesi gerçekten güzel bir eser. Kapısı kapalı. Açılır ümidi ile zili çalıyoruz bir iki kez. Tam geri döndük ki kilisenin bahçesinde bulunan evin camından bir hanım ne istediğimizi sordu. Biz de içerisini gezebilir miyiz dedik. Ancak sadece cuma günleri öğlen saatinde birkaç saatliğine açıldığını söyledi.
Kızılelma Caddesi üzerinde Bekir Paşa Cami
Panayia Gorgoepikoos Kilisesi arkasından sola dönüp bir sonraki kavşakta sağda Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman’ın nişancısı, Mehmet Bey için yapılmış, Nişancı Mehmet Bey Medresesi (1566’da Süleyman’ın ölüm haberini aldığında üzüntüden ölmüş)
Ahmed Vefik Paşa Caddesi’ne güneyden açılan Kaşgarlı Mahmud Sokağı’nın dibinde, 1513 yılından kalma Macuncu Kasım Camii (Osmanlı devrinde Aksaray’ın batısındaki bu semt caminin banisinin lakabından dolayı Macuncu diye tanınırdı.)
Yine bu çevrede çevre ahali tarafından Sormagir adıyla tanınan Debbağ Hüseyin Efendi Camii görüyoruz.
Topçu Emin Sokağı’nda Beşikçizade Dergâhı şimdiki adı Tıp ve İnsani Bilimler Merkezi (BETİM).
Dergâh' denilen sufi merkezi, kelime olarak 'eşik' anlamına gelmekte. Eşik, yaratıcının sonsuzluğunu ima etmekte. Dergâhta, müritler (yolu izleyenler) birbirlerine ve Peygamber'i (sav) temsil eden kişi olan Şeyh'e, sonuçta yaratıcı olan Allah'a hizmet ederek; samimice iman eden kişiler olarak yaşarlar.
Burası, Tıp fakültesi, eczacılık gibi okullarda okuyan kapalı gençlerin geldiği bir yer. İçeri görmemiz yasak olduğu belirtildi. Konuştuğum bir genç burada tıbbi araştırma ve uygulamalardan doğan meseleleri tartışmakta, eğitim almakta olduklarını söyledi.
Tekke 18. asrın sonlarında Beşikçizâde El-Hac Süleyman Efendi tarafından kurulmuş bir Nakşî tekkesi. Bahâeddin Nakşibend'e nisbet edilen tarikat. Tasavvufta Hakk'a ulaşmak için benimsenen usul, tutulan yol.
İbadet, eğitim, ziyaret, barınma, beslenme, temizlenme ve ulaşım gibi devrin ve sosyal şartların gerektirdiği birçok vazifeyi ifa eden tekkelerin en önemli özellikleri ibadet ve eğitim faaliyeti merkezi olmaları. Tekkelerde ibadetlerin yerine getirildiği ve tarikata ait merasimlerin icra edildiği semahane, meydan evi veya tevhidhane denen merkezi bir mekân bulunur, tarikatın ve şeyhin durumuna göre buralarda müritlere dersler de okutuluyor.
Kuzeye doğru yürüyoruz. Ziya Gökalp, Köprülüzade, Sırrı Paşa sokaklarının çevrelediği ve Cevdet Pasa Caddesi’nin güneyinden geçtiği muazzam büyüklük ve derinlikte, kare formatında dev bir çukur görüyoruz. Mokios açık su sarnıcı. Adını yakınlardaki Diocletianus zamanında şehit olmuş Aziz Mokios’a adınmış ünlü kiliseden almış. 170’e 147 metre boyutlarında bir dikdörtgen şeklinde ve alanı 25.000 metrekare civarında. Bizanslılar şehir içinde üç büyük açık hava sarnıcı yapmışlar. Açık su kolay kirlendiği ve içmeye o kadar yatkın olmadığı için bu koca sarnıçların suyu daha çok kuşatma sırasında surların önündeki hendeğe veriliyormuş. Osmanlılar bu sarnıçları kullanmadıkları için o dönemlerden itibaren bostan haline gelmiş.
Zamanla bostanların dibine tonlarca beton dökülerek bugünkü halline gelmiş. Belediye içine park yapmış.
Vedat Milör tavsiyeli Gaziantepli Mehmet Usta (reklam değildir). Gerçekten lahmacun incecik, kıtır kıtır ve kebaplar müthişti. Ortam tam bir esnaf lokantası. Salaş mekânın görünüşüne aldanmadan içeri girin. Bir klasik. Yılların lokantası. Sahibi ve çalışanları güleryüzlü. Pişman olmayacaksınız.
Kocamustafapaşa caddesi sonunda, Kocamustafapaşa İlköğretim Okuluna ev sahipliği yapan, 19. yüzyıl yapımı tarihi konak.
Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu'nun bulunduğu arsada, daha önce tüccarların konakladığı Develi Han'ı bulunmaktaymış. 1870'li yıllarda Develi Han yıktırılmış ve yerine Maarif Nazırı Süleyman Paşa tarafından, Kırk İkinci Yıl Askeri Rüştiyesi adıyla Askeri Rüştiye kurulmuş.
I. Balkan Savaşı sırasında, Askeri Rüştiyeler'in eğitim faaliyetlerine son verilmesiyle, Kırk İkinci Yıl Askeri Rüştiyesi de kapatılmış.
Numune Mektebi adıyla tekrar açılmış ve önce Fatih 28. İlk mektep ismini almış sonra da Kocamustafapaşa İlkokulu adını almış.
Semte de ismini veren Kocamustafapaşa Osmanlı imparatorluğunun devlet adamlarından biridir. Fatih Sultan Mehmet, II. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde yaşamış. Enderun-i Hümayun'da tahsilini tamamlayıp, sırasıyla Saray Kapıcıbaşısı, Rumeli Beylerbeyi, Vezir ve Veziri Azam olmuş.
Cerrahpasa caddesinin devamı olan Koca Mustafa Paşa caddesinde yürüyerek Ramazan Efendi caddesinde bulunan Ramazan Efendi Cami’ye geliyoruz.
Ramazan Efendi Camii ya da Hoca Hüsrev Camii bu yörenin en taninmiş camisidir. Bezirgânbaşı adıyla da tanınır. Saraya yiyecek sağlayanlara bezirgân denirdi. Caminin resmi adı Hoca Hüsrev Camidir. Çünkü caminin banisi olan Hüsrev Çelebi’de bir bezirgânmış. 1585 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası aynı zamanda bir dergâh olarak kullanılmakta ve Ramazan Efendi ilk postnişinmiş (bir Mevlevi tekkesinin şeyhi olan kimse). Cami, geniş bir bahçe içinde. İlk inşa edildiğinde, tevhidhane, çilehane, şadırvan ve derviş hücrelerinden oluşan bir tekke olarak inşa edilmiş.
Caminin uzun kitabesi şair Mustafa tarafından yazılmış. Kitabede, caminin yapılış tarihi olarak 1586 yazılı. Yani buna göre, Mimar Sinan’ın son eseridir.
Caminin sol yanındaki türbe, Ramazan Efendi’ye ait. Türbe, Bezirgân Hacı Hüsrev tarafından yaptırılmış. Duvarları moloz taş ve tuğla duvarlı, üstü ahşap bir çatı ile örtülü. Ramazan Efendi’nin sandukası kubbe altında ve demir parmaklıkla çevrili.
Cami, 1782 yılındaki yangında büyük hasar görmüş. 19. yüzyıl başlarında Bestekar İsmail Dede Efendi tarafından onartılmış. Tekkelerin kapatılmasından sonra, cami olarak kullanılmaya başlanmış. Caminin en etkileyici özelliği, tüm içi mekânı kaplayan 16. yüzyıl çinileridir.
Koca Mustafa Paşa Camii, Sümbül Efendi Camii bir başka Bizans kilisesidir. Ayios Andreas En Kristei Manastırı.
Kocamustafapaşa Külliyesi ve Camisinin çevresinde medrese, tekke, mektep ve türbeler bulunuyor. Külliyenin bulunduğu geniş arazi, Bizans döneminde önemli bir dini merkezdir ve burada geniş bir manastır kompleksi bulunur. Bu kompleks içindeki bu eski kilise, ilk olarak 6 veya 7. yüzyılda yapılmış ve 1264 yılında, Prenses Theodora Raulina tarafından, Bizans’a Hıristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Giritli Aziz Andresa’a adanmıştır. Muhtemelen daha erken tarihli bir kilise temelleri üzerine kurulmuş. Üzerine yapılan kilise yapısında 6. yüzyıla ait malzemeler ve özellikle devşirme sütun başlıklarının kullanıldığı görülmekte.
13. yüzyıla gelindiğinde, İmparator VIII. Mikael, bu kiliseyi yeniletmiş. 1486 yılına gelindiğinde ise, yani İstanbul’un fethinden 36 yıl sonra, Sultan II. Beyazıt’ın Sadrazamı Koca Mustafa Paşa, kiliseyi camiye çevirmiş. Burada ilginç bir hikâyeden söz edilmektedir. Yavuz Sultan Selim ile Sadrazam Koca Mustafa Paşa’nın arası açılınca: Padişah öfkesinden, Paşanın yaptırdığı bu camiyi yıkmak ister. Ancak, araya Halveti Tarikatı Şeyhi Sümbül Efendi girer ve cami kurtulur. Bu yüzden camiye “Sümbül Efendi” camisi de denir.
Sümbül Efendi Camisi, tarihsel ve dini mekân olarak oldukça mistik bir hava taşır. Her taraf, türbeler, yeşillikler arasındaki mezarlıklar, ahşap tekke binaları, yüzyıllık ağaçlar ve diğer yapılarla doludur. Bu yüzden, her gün kalabalık kitleler tarafından ziyaret edilir. Camiye girildiği anda, eski bir kiliseden çevrildiği hemen anlaşılıyor. Çünkü,
Kilisenin apsis boşluğunu oluşturan yarım kubbeli mekân, doğuya bakıyor. Mihrap ve minberin güney duvarındaki yarım kubbenin “Kâbe” ye bakabilmesi için, kilise camiye çevrilirken, içerisi doksan derece kaydırılarak, yeniden düzenlenmiş. Girişin bulunduğu kuzey duvarı önüne son cemaat yeri eklenmiş. Kilise girişi aksine cami girişi, kuzey yönüne, altı kubbeli son cemaat yerine alınmış.
Külliyenin diğer yapıları olan medrese, tekke, mektep ve türbeler: kilisenin camiye çevrilmesinden sonraki döneme ait.Günümüzde külliyede bulunan kütüphane, çay evi, medrese gibi yerler, Kuran Kursu olarak kullanılmakta.
Hamam ise, camiyi çevreleyen duvarların dışında kalmış.
Sümbül Efendi, 16. yüzyılda kurulan, derviş tekkesinin ilk şeyhidir.
Sümbül Efendi Türbesi bugünkü şeklini 1834 yılında, Sultan II. Mahmut zamanında yapılan onarım sonucunda almıştır. Türbe binası yuvarlak planlı ve kubbeli bir yapıdır. Tepe pencereleri, alçıdan sümbül demetleri ile çevrili. Türbeyi örten ahşap kubbe, kıvrımlı kurşun kaplı. Türbe içi ise çok sade. Türbede Sümbül Efendi tek başına yatmakta.
Türbe girişinde, Serasker Rıza Paşa türbesi var. Rıza Paşa türbesi, torunları tarafından yaptırılmış.
Sümbül Efendinin vefatından bu yana insanlar sorunlarının çözümü için, mezarını ziyaret edip, ona adak adamaktalar. Dolayısıyla bu mezar sayesinde, cami, İstanbul’daki en popüler dini ziyaret yerlerinden birisi olmakta.
Sümbül Efendi Türbesi ile Çifte Sultanlar Türbesinin arasındaki kapının adı Edep Kapısı. Sultan II. Mahmut, Çifte Sultanların türbesini yaptırdıktan sonra, araya bu kapıyı yaptırmış. Ramazanın 15. sonra, bayrama kadar açık olan bu kapıdan, ziyaretçiler ziyaretlerini tamamlar ve arka arka yürüyerek, bu iki büyük türbeye karşı saygılarını gösterirler.
Sümbül Efendi türbesinin yanındaki türbede kızı Rahime gömülü. Türbe, bazılarına göre Koca Mustafa Paşa’nın kızı Safiye Sultana, bazılarına göre ise Sümbül Efendinin eşi Safiye Sultana aittir.
Ayvansarayi’nin yazılarında, türbenin Safiye Sultana ait olduğu yazar. Halk arasındaki söylentiye göre ise, bu türbede Rahime Hatun isimli bir kişi gömülüdür.
Türbe son derece sade olup, herhangi bir bezemesi bulunmamaktadır. İyi bir koca arayan yani evlenmek isteyen genç kızlar bu türbeye dua etmeye gelirler. Türbenin üstünde yükselen, antik dönemden kalma çınar ağacının mucizevi güçleri olduğuna inanılmaktadır.
Girişte, fes şeklindeki mezar taşı olan türbe “Serasker Rıza Paşa” ya aittir.
Bir diğer türbede ise Safiye Sultan’ın gömülü olduğu düşünülüyor.
Açık türbede ise Hz. Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’nin yattığına inanılıyor.
Caminin önündeki mütevazi mezar ise, Sıdıka Hatun ismini alarak İslam’ı seçen Bizans Prensesi Katerina’ya ait. Rivayete göre, çok dindar bir Hıristiyan olan İmparator Konstantin’in kızı Prenses Katerina, İstanbul’un fethinden sonra eski bir manastırdan camiye çevrilen Sümbül Efendi camisinin de yer aldığı Bizans’tan kalma Andreas Manastırına rahibe adayı olarak katılır. İmparator babası, kızın bu isteğine onay verir. Ancak Bizanslıların eline esir düşen, Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in kızları Hz. Fatma ve Hz. Sakine bu manastıra gönderilerek Hıristiyan olmaları için zorlanırlar. Hıristiyan olmaları için iki kız kardeşe, bir ay süre verilir. Ancak, manastırda bulunan kızı Katerina, iki kız kardeşten çok etkilenir ve kendisi Müslüman olmaya karar verir. Artık adı “Sarı Sıdıka” dır. Prenses Katerina’nın Müslüman olmasına, Konstantin çok kızar, iki kız kardeşi mahzene kapattırır. Bir süre sonra, bir gece bulundukları mahzenden nurlu bir ışık yayılır. Mahzenin kapısı açıldığında görülür ki, çifte sultanlar ölmüştür. Prenses Katerina yani Sarı Sıdıka da bir süre sonra ölür.
Kocamustafapaşa camisinde bulunan çifte sultanlar türbesinde, zincirli bir servi ağacı var.
Bizans döneminden kaldığına inanılan bu ağacın, İstanbul’un anıtsal ağaçlarından biri olarak kabul edilir. Söylentiye göre, Sultan II. Mahmut, Hz. Hüseyin’in iki kızını, Bizanslıların bu servi ağacı dibinde öldürüp gömdüklerini öğrenir. Oraya açık bir türbe yaptırır. Ağacın ise Hz. Cabir tarafından dikildiği söylenir.
Evliya Çelebi tarafından aktarılan bir diğer söylentiye göre ise borcu olup da saklayanlar buraya gelirlerse zincirin alçalıp onlara değdiğine inanılır.
Bu yüzden alacaklı olanlar, borçlularını, kadıya götürmek yerine, buraya getirir ve zincirin kararını beklermiş. Bizans zamanında böyle borçlu ve yalancı yakalayan heykeller olduğu bilinmektedir.
Bir diğer söylenti ise Cami avlusunda bulunan bu yaşlı ağacın gövdesi, zamanla yarılmaya, kabukları dökülmeye başlar. Sümbül Efendi, ağacı zincirlerle sararak korumaya alır. Ancak, zincirin bir ucunu yere doğru sarkık tutar ve der ki “Bu ağacın altında kim durur ve yalan söylerse, bu zincir yere doğru uzayacaktır”
Ağaçla ilgili bir söylenti daha. Bu zincir koptuğunda kıyamet kopacağına inanılır.
Bir diğer söylenti ise, ağaç kuruduğu için zincirle bağlandığıdır.
Günümüzde ise, ağaç, beton payandalar yardımı ile ayakta durmaya çalışmakta. Orijinal zincir ise, günümüzde İstanbul Belediye Müzesinde muhafaza edilmekte.
Sokak köşelerinde önümüze çıkan kabirler, yarı yıkık çeşmeler, küçük ve yalnız hazireler yüreğimizi hüzünle dolduruyor.
İstanbul’u enine boyuna tanımak ve zenginliği erişilemez zirvelerde bulunan tarihini hiç olmazsa yeterli sayılabilecek ölçüde öğrenmek, bu şehirde yaşayan her bireyin “vefa borcu” olmalıdır.
Bu gezimde de müzedeki eserlerin anlamı, mekanların tarihleri, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri, yaşam tarzları ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:
İstanbul Nasıl Gezilir, Haldun Hürel
İstanbul Gezi Rehberi, Murat Belge
Taşların Dilinden İstanbul, Sami Bayraktar
Strolling Through İstanbul, Hilary Summer-Boyd & John Freely
Tarihi Yarımada, Tayfun Nasuhbeyoğlu
Kültür Envanteri
Gezmeyi, yazmayı, paylaşmayı seven, izin veren Internet siteleri, bloggerlar, gezginler…
İstanbul’u böyle güzel anlattıkları için sonsuz teşekkürler…