2693

Bir Sinestezik Yürümesi....

Pıt

Pıt.

Pıt.

Parmaklarının uçlarından damlayan su, kaynağıyla yeniden buluştuğunda, titreşim etkisi yayar gibiydi. Su birikintisi, ufak bir dalgalanmadan sonra eski haline dönüyor, duruluyordu. Parmak uçlarında yeni bir damla oluşana kadar sessizliğin içine gömülüyordu. Ta ki tırnağının bitiminden baloncuk olup, insan enerjisinden ayrılıp suyun üzerine düşene kadar. Pıt.

Melodram, diye geçirdi içinden ve kıpırdadı. Bu kez suyun üzerinde şiddetli dalgalar oluştu. Elini küvetin dibine batırıp, tıkacı mıknatıs misali yerinden çıkardı. Su, af çıkmış hapishane mahkumları gibi dağıldı, vakumlaştı. Azaldı, azaldı ve kayboldu. Ayak parmaklarında sudan eser kalmayana kadar bekledi. Trajedi, dedi bu kez. Bornozuna sarılırken, öğrendiği her şeyi düşündü. Düşünebiliyorum, oysa düşünememek daha iyiydi, diye geçirdi zihninden. Gökyüzü mavisi kazağını giyinirken, suda kalmaktan buruşmuş parmak uçlarına baktı. Büyükbabam mutlaka nedenini biliyordur, dedi. O her şeyi bilir. Uzun koridorun bitimindeki mutfağa girdiğinde, büyükbabasını parmaklarını sayarken buldu. Onu bu şekilde izlemeyi seviyordu. Kafası bir şeylerle dolu olduğunda, fazlasıyla bilgindi. Ve bilgin olmayı ona çok yakıştırıyordu. Dudaklarıyla bir şey mırıldandığı sırada, onu fark etti. “Ah, evlat. Çıktın mı? İşte kurabiyen ve sütün orada.” Ve tüm öğleden sonrasında başka hiçbir şey konuşmadılar. Akşam üzeri, güneş çekilirken, aklına aniden bir şey geldi. “Büyük baba?” dedi hevesle. Büyük babası, koridorun patlayan ampulünü değiştirirken cevap verdi. “Söyle evlat?”

“Neden suyun içindeyken parmaklarımız buruşur?”

“Hım,” dedi. Yeni ampulü yerleştirip sıktıktan sonra, eğilip düğmeye bastı. Koridoru sarı bir ışık kapladı. Büyükbabam yine başardı, diye düşündü. Üzerinde olduğu sandalyeden duvardan güç alarak indi. Sandalyeyi mutfaktaki yerine götürmeden önce üzerine oturdu. Çocuğun parmak uçlarını kendi parmaklarının arasına aldı. “Kıllar evlat. Vücudunun su geçirmemesini sağlayan şeylerdir. El ve ayak tabanların sürekli kullanıldığı için, oralarda kıl kökleri yok ve suyu emiyorlar. Bu nedenle de derin buruşuyor. Ama bak, şimdi eskisi gibi görünüyor. Sebebi ise, su derinin içinde bir süre sonra buhar oluyor. Ve derin eski şeklini alıyor.” Her zaman buruşuk kalan deriyi düşündü. Acaba yaşlandığında derisinin buruşmasına neden olan şeyde buharlaşıp gidebilir miydi? Belki ileride bunun için bir aşı geliştirebilirim, diye düşündü. Bu cümleyi aklından geçirir geçirmez rafa kaldırdı. Çünkü; geliştirmesi gereken başka bir yeteneği vardı. İki doktorla karşılaşmıştı. Birisi, yeşil rengiydi. Nane şekeri yeşili. Tıpkı, dilinin arasında döndürdüğün nane şekeriyle birlikte su içmeye benziyordu. Rahatlatıyor ancak genzini yakıyordu. Diğeri ise, kahverengiydi. Sonbahar ormanlarını andırıyordu. Kalabalıktı ancak yalnızlıkla dolu bir hayatı vardı. On yaşında olmasına rağmen bazı şeyleri yaşıtlarına göre daha iyi anlıyordu. Gürültü içinde sessizliği yaşamanın ne demek olduğunu bilen bir çocukluk geçiyordu ne de olsa. Aydınlanmak istiyorum, diye çığlık attı. Kendi sesinin kulağındaki tizini dinledi. Büyükbabası, okuduğu kitaptan gözlerini kaldırmış ona bakıyordu. “Doktorlardan yeşil olan, bunu geliştirebileceğimi söyledi. Bunu… Hastalığımı.” Büyük babası, gözlüklerini çıkarıp, okuduğu kitabın arasına bıraktı. “Evlat,” dedi ona dönerken. “Sen gördüğüm en zeki çocuksun.” Cümlesini tamamlamasını beklemeden, ellerini yukarı doğru kaldırdı. “Büyükbaba! Yoksa ben Frankenstein mıyım?” dedi. Annesini ve babasını bir yangında kaybettikten hemen sonra büyükbabasının himayesine verilmişti. Bir ay süresince, kimseyle konuşmamıştı. Yemek yiyor, uyuyor, duş alıyor ve gökyüzünü izliyordu. Yangından bir ay sonra tek bir soruya cevap vermişti. “Neden sürekli gökyüzünü izliyorsun?”

“Çünkü; gökyüzü diğer her şeyden daha az karışık.” Kırmızı şapkalı küçük kız, sorunun cevabını kavrayamamıştı. Onun yerine, ayağa kalktı ve göle yürümeye başladı. “Göldeki yansımayı seviyorum. Sanki benden başka varmış hissi uyandırıyor, dedi. "Benden bir tane olmasını asla istemem,” dedi.

“Neden böyle söyledin?”

“O zaman aynı hastalıktan iki insan olurdu,”

“Hangi hastalık?”

“Sanırım hilkat garibesiyim.”

“Frankenstein mı?”

Garip yaratıkların isimlerini hemen hemen bilirdi ancak bu karşılaştığı bilmediği bir kelimeydi. O akşam büyük babasına, “Frankenstein ne demek?” Diye sordu, bu ilk diyalogları olmuştu. Şimdi de o hikayeyi hatırladı ve kendisine bu soruyu sordu. Ben Frankenstein mıyım?

“Elbette değilsin.”

“Mary, madem onu sevmeyecekti, neden yarattı? Tanrı da beni mi sevmiyor?”

“Bak evlat, Tanrı herkese eşit bir hayat vermedi. Evet, iki göz. İki kulak, iki ayak hepimizde var. Ama beyin, kişiye özeldir. Ve sinestezya aslında senin kusurun değil, beyninin bir özelliği. Onunla yaşamasını öğrendiğinde, diğerlerinden farklı olduğunu kabul edip, bundan şimdi ki kadar rahatsız olmayacaksın. Renkleri, tatları ve sesleri kullanmasını öğreneceksin. O zaman eşsiz bir insan olabilirsin.” Günlerce sadece bu konuşmayı düşündü. Eşsiz olabilme fikri aklının bir yerlerine tutundu ve orada kalabilmek için ölesiye çabalıyordu. Tıpkı yeşil olan doktorun da dediği gibi, bunu geliştirebilirim, diye düşündü.

Öğle vakitlerinde, büyük babasıyla mutfak dolabının kapağını sağlamlaştırırken, tornavidanın sesi, boş dolabın içinde yankılandı. Gözleri önce tornavidaya sonra büyük babasına çevrildi. “Fa notası,” dedi. Büyük babası, gözlüklerinin üzeriden yüzüne baktı. “Tornavida sesi mi?”

“Fa notası,” dedi bir kez daha. Büyük babası, alnından şakaklarına inen terini kolunun tersiyle sildi. “Dünyayı bizim gibi görmüyorsun.”

“Evet. Sanırım bu artık hoşuma gidiyor,” dedi ve gamzelerini meydana çıkardı. Akşam yemeğinde haşlanmış patates yedikten sonra, dışarıda bir hareketlilik sezdi. Cama yaklaştı ve, “Papatya,” dedi. Hemen ardından, koltuğun üzerindeki montunu kapıp, “Büyükbaba kapıdayım,” diyerek, kendini güzün soğukluğuna bıraktı. “Hey! Hey!” dedi. Fötr şapkalı kız, arkasına döndü. “Hey…”

“Burada ne arıyorsun?”

Cevap vermek yerine omuz silkti. Çocukluk dönemine geçtiğinden beri öğrendiği bir şey vardı: İnsanları asla zorlama. Anlatmak istemedikleri şeyleri olabilir.

“Sen hep şapka mı takarsın?”

“Şapkalar, benim parçam. Senin asla vazgeçemediğin bir nesnen yok mu?”

“Hayır.”

“Kötü.”

“Neden?”

“Bir nesnen olsaydı kolay ayrıştırılabilirdin. Örneğin; beni şapkalı kız diye kodladın. Bu akılda kalıcı değil mi?”

“Akılda kalmakla ilgili bir problemim yok aslında. Ayrıca şapka takmalarına gerek kalmadan da insanları gayet iyi ayrıştırıyorum.”

“Ne demek bu?”

“Sinestezya.”

“O da nedir?”

Ona sinestezyanın algı karışıklığı olduğunu, insanları, nesneleri, sayıları, harfleri, sesleri, tatları herkesten farklı şekilde ayırdığını anlattı. Sonra bunu bir örnekle pekiştirdi. Küçükken köpek havlamasını traktör sesi sanırdı. Yedi sayısı ise zihninde kırmızı rengini çağrıştırıyordu. Sinestezya, algılamada duyu karışımıydı. Şimdiye kadar, gözlerini kapatmasına neden olmaktan başka bir işe yaramıştı. Çünkü; her yer renkli ve sesliydi. Bazen bunu kaldıramayacak gibi hissediyordu. Bu yüzden sürekli gökyüzüne bakıyordu. Ancak artık dış dünyayı görmekten ve ona dokunmaktan çekinmiyordu. Bu onun beyninin bir özelliğiydi. Onu özel kılandı.

“Peki, beni nasıl görüyorsun?” diye sordu şapkalı kız. Elmacık kemikleri şişti, yanakları dolgunlaştı. Gülmek tek başına bu kadar anlam ifade edebilir miydi? Siyah saçlarına, kahverengi şapkasına, bordo botlarına baktı. Renksizlikler içerisinde renk cümbüşüydü. Gri, parlayan gözler, beyaz dişler. Bu kızı milyonlarca betimlemeye sığdırabilirdi. Oysa kurduğu tek cümle, “Papatya,” oldu.

Onu, kelimenin tam anlamıyla bir daha görmedi.

Büyükbabası, yetmiş beş yaşına bastığı gün, o yirmi yaşında bir delikanlıydı. Zaman içerisinde sinestezyayla yaşamayı öğrenmiş, hatta hayatının bazı alanlarında ona yardımı bile dokunmuştu. Şimdi ara sıra bir ressama çıraklık yapmaya gidiyordu. Renkleri karıştırmakta usta olmuştu. Hangi rengin, hangi tonla oluşacağını ezbere söylüyordu. Onun dışında, evlerindeki kileri boşaltıp, küçük bir laboratuvar yapmıştı kendine. Periyodik cetvel aşkıyla başlayan kimyası, küçük deneylerle devam etti. Kendi çapında deneyler yapıyordu. Araba kullanmasını öğrenmiş, tesisat konusunda da kendini geliştirmişti. Değiştiremediği tek bir huyu vardı: Hala, parmak uçları buruşana kadar suyun içinde kalıyordu. Büyükbabasıyla, kendi aralarında bir kutlama yaptıktan sonra, geniş bir kaba köpek maması doldurdu. Kapının önünde onu bekleyen köpekler kuyruklarını sallıyordu. Önce sevdi, ardından yemeklerini yemeleri için onları yalnız bıraktı. Eve dönüyordu ki bahçede bir hareketlilik sezdi. İlerledi. Büyük ağacın önündeki biri dikkatini çekti. Uzun bacaklı, yeşil çantalı, siyah ayakkabılı, ve…

Mavi şapkalı.

“Papatya.”

“Selam, sarı saçlı genç. Demek yıllar da geçse insanları kodlarının dışına çıkarmıyorsun.”

Sena Tali
Yazar