3939

Bayramda Almanya - Avusturya - İsviçre Turu

Tekrar merhaba. Dokuz gün bayram tatilini fırsat bilip düştük yollara.Yeni bir rota ile karşınızdayım... Aslında yurtiçinde, bir tatil köyünde zaman geçirelim dedik ama geçen sene bayramda kaldığımız tatil köyü bu sene fiyatını %15 artırmış. Ayrıca uçak bileti de bizim Münih bileti ile aynı fiyata gelmekte. Bu durumda serin serin Orta Avrupa gezelim dedik. Güzergâhımız; Münih, Salzburg, Innsbruck, Zürih, Luzern, Interlaken, Montreux, Leman Lake, Gruyere, Geneve, Lozan, Bern ve Füssen & Garmisch- Partenkirchen. Bayramınızın mutlu, sağlıklı ve güvenilir geçtiğini umuyorum. Barış, huzur içinde bir ülke ve dünya dileğiyle…

MÜNİH

Uçağımızdan iner inmez kiraladığımız araba ile birçok defa geldiğimiz ve çok iyi bildiğimiz bu yeri henüz hiç görmemiş kızımıza gezdirmeye başladık. Berlin ve Hamburg’dan sonra ülkenin en büyük 3. şehri olan Münih’te yaklaşık 1,5 milyon kişi yaşıyor. Bavyera eyaletinin başkenti. Münih’te gezilecek yerler listemizin ilk sırasında şehrin ana meydanı olan Marienplatz yer alıyor. Kentin kurulduğu 1158 yılından bu yana önemli bir meydan olan Marienplatz, geçmişte suçluların idam edildiği noktalardan biri olsa da günümüzde sokak kafeleri ve çevresinde yer alan önemli yapıları ile Münih’in en hareketli noktasıdır. 1638 yılında dikilen Mariensaule (Bakire Meryem Sütunu) meydanın orasında yer alır.

Marienplatz Meydanı’nın köşesinde yer alan Neues Rathaus yani Yeni Belediye Sarayı, 1867 ile 1909 yılları arasında inşa edilmiş. 19. yüzyıl Neo-Gotik mimarisinin tipik bir örneği olan yapıda yer alan 85 metre uzunluktaki kule, muhteşem Münih manzarasını seyredebileceğiniz güzel bir seyir terasına sahip. Kule üzerinde yer alan Glockenspiel adlı bölümde her gün sat 11.00’de (yazları ayrıca 12.00 ve 17.00’de) bir gösteri gerçekleşiyor. 43 çan ve 32 figürün yer aldığı bu ufak şov aynı Prag Astronomik Saat‘teki gösteriyi anımsattı.

Marienplatz Meydanı’nın doğusunda yer alan Altes Rathaus yani Eski Belediye Sarayı, Jörg von Halspach’ın 15. yüzyılda yaptırdığı orijinal tasarımının aynısı olmasa bile ruhunu taşıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında bombalanan yapının kulesi günümüzde Münih Oyuncak Müzesi‘ne ev sahipliği yapıyor. Altes Rathaus üst katlarında yer alan Şölen Salonu dışında tamamen dekoratif amaçlı.

Münih gezilecek yerler listemizdeki en önemli ve en eski kilise olan St. Peter Kilisesi (Alter Peter) de şehrin diğer önemli yapıları gibi Marienplatz’da yer alıyor. Sanatsal ve mimari şaheserlerle dolu olan bu kilisenin tarihi 11. yüzyılın başlarına kadar gider. 1327 yılında yaşanan yangın sonrasında kule hariç tüm bina Gotik tarzda yeniden inşa edilmiş. 17. yüzyıla gelindiğinde ise kilise Rönesans çizgilerine göre yeniden şekillendirilmiş. Dilerseniz kulesinin kulesine çıkarak Münih manzarasını seyredebilirsiniz.

1468-1488 yılları arasında inşa edilen Gotik tarzdaki Frauenkirche (Dom zu Unserer Lieben Frau), şehrin önemli ve tarihi kiliselerinden. Kilisenin İtalyan Rönesansı üsluba sahip kubbesi 1524 yılında eklenmiş. Kilise içerisinde önemli isimlerin mezarları da yer alır. Bunlardan en önemli olanı 1347 yılında ölen Kral IV. Ludwig’in mezarıdır.

Maximilianstrasse, Münih’in en önemli alışveriş caddelerinden biri. Rezidenz ve National Theatre binalarının yer aldığı Max-Joseph Platz’den başlayan cadde üzerinde birçok önemli mazağa yer alıyor. Özellikle caddenin batı kanadı sahip olduğu butikler, mazağalar, mücevhercileri ile ünlü. Dolce Gabbana, Versace, Louis Vuitton, Chanel ve Dior gibi birçok dünyaca ünlü markanın mağazalarını bu cadde üzerinde bulabilirsiniz.

Nymphenburg Sarayı (Schloss Nymphenburg), 1664-1758 yılları arasında Barok tarzda inşa edilen yazlık bir konut. Wittelsbach ailesinin kullandığı bu sarayın inşaatı başlangıçta mütevazi bir yaz evi olarak planlansa da yıllar içinde eklenen yapılar ile sürekli gelişmiş. Taş Salon, Güzel Kadınlar Galerisi, At Arabaları Koleksiyonu ile İnsan ve Doğa Müzesi, sarayda gezip görebileceğiniz önemli noktalardan. Sarayın en az kendisi kadar güzel olan bahçeleri ise yürüyüş için çok ideal.

Bavyera Krallığı‘nın 1918 yılına kadar kullandığı eski sarayı olan Rezidenz; 10 avlu ve 130’dan fazla odanın yer aldığı bir kompleks. Royal Court, National Theatre, Residenz Theatre, Cuvillies Theatre, Residenz Museum, Treasury ve Allerheiligen-Hofkirche, bu saray kompleksinin en önemli bölümleri. 2 farklı güzergâha ayrılan bu kompleksi dilerseniz düzenlenen rehberli turlara katılarak da gezebilirsiniz.

Münih’e gelmişken bir Münih klasiği Hofbrauhaus’da yemek yiyip bira içmeden olmaz… Yani Hitler’in örgütlenme konuşmalarını yaptığı, han gibi kocaman, içeride geleneksel Bavyera kıyafetleri ile kızlı erkekli oturup içen grupların olduğu bira evi. Nereden baksanız 1000 kişi aynı anda ellerinde 1’er litrelik biralarla günün en keyifli anını yaşamakta. Bavyera Dükü Wilhelm V tarafından 1589 yılında kurulan Hofbrauhaus, şehrin en eski bira evlerinden biri. Wilhelm V, bira yapımında doğal ürünlerin kullanımını yaygınlaştırmaya çabalamış. Hofbräuhaus’un kendi birasını tavsiye ederim. 


SALZBURG

Münih – Salzburg (141 km).

Avusturya'ya girerken arabaya yapıştırılan ve araba ile dolaşmanızı sağlayan; fiyatı 8,5 euro olan taşıt pulu alınması gerekiyor. Kelime anlamı olarak Tuz Kalesi anlamına gelen Salzburg, Avusturya’nın ve bir görüşe göre Avrupa’nın tam ortasında yer alan 150.000 nüfuslu küçük bir şehir. Salzburg sokaklarını arşınlamaya başlıyoruz. Burada sadece 1 günümüz olduğu için niyetimiz listemizdeki her noktayı görmek. Salzach nehri boyunca yürüyoruz.

İlk durağımız Mirabell Sarayı ve bahçeleri. Burası Salzburg prensinin misafirleri için yaptırdığı bir yer. Mirabell'in bahçeleri 1606 yılında tasarlanmış ve binalar yine aynı yıl inşa edilmiş. Mirabell sarayı halka açık değil, gezemiyoruz. Bahçesi ile yetiniyoruz. Bahçe farklı bölümlerden oluşuyor. İçerisinde çeşitli heykeller, süs havuzları, ağaçlarla bezenmiş yollar ve labirent bulunuyor. Peyzajı kesinlikle görülmeye değer. Günümüzde belediye binası olarak kullanılmaya devam ediliyor. Binada sadece "marble hall" dedikleri mermer bölüm konserler ve dinletiler için halka açılmış. Mirabell Bahçelerinin içinden yürüyüp sondaki kapısından çıktığınız zaman Makartplatz’e ulaşıyorsunuz. Burada Mozart’ın yaşadığı ev yani Mozart Wohnhaus bulunuyor. Mozart’ın Evi, eski şehir merkezinde bulunan Getreidegasse Sokağında ve günümüzde Mozart müzesi olarak ziyarete açık. Köprüden manzara seyrede seyrede karşı tarafa geçtikten sonra Getreidegasse Caddesi‘nin başladığı yere yürüyoruz. Getreidegasse Sokağı, Salzburg’un en ilginç sokaklarından biri. Eski şehrin merkezinde olan bu sokak, demir ferforjeden mağaza tabelaları ve binaların arasında bulunan Romantik pasajları ile ünlü. Sokak aynı zamanda bir alışveriş cenneti. Her dükkânın tabelası ise kendine özgü ve sanata olan bakış açısını yansıtıyor.

ALTSTADT olarak adlandırılan bu bölge UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiş. Yürüyüşünüz sırasında 9. ve 10. yüzyıllardan kalma binaların halen daha nasıl dimdik ayakta kaldıklarına hayret edeceksiniz. Her binanın üzerinde yazan iki tarih göreceksiniz. Bu tarihlerden eski olanı binanın yapılış yılını yeni olan ise restorasyon yılını gösterir. Genelde yapılış yılları 1000’li yıllarda olan bu binalar 1990’lı yıllarda restore edilmişler.

Bu caddenin sonunda Mozartplatz bulunuyor. Burası Mozart heykelinin olduğu bir meydan. Caddeden sonra gezilmesi gereken meydanların hepsi yan yana yer alıyor. Mozartplatz’in hemen yanında Residenzplatz var. Bu meydanda tarihi bir çeşme bulunuyor. Ayrıca burada fayton turuna çıkabileceğiniz arabalar bulunuyor.

Residenzplatz’in yanında ise 1614 yılında inşa edilmiş ve hala ayakta olan Salzburg Katedrali var. Tarihi 774 yılına dayanıyor. İlk olarak bu yıllarda inşa edilmiş ancak çeşitli yangınlar yüzünden yeniden inşa edilmek zorunda kalınmış. Burası aynı zamanda Mozart’ın vaftiz töreninin gerçekleştirildiği kilise. Salzburg Katedrali’nin yanında son ünlü meydan olan Kapitelplatz bulunuyor. Burada kocaman bir Mozart Çikolatası üzerinde duran adam heykeli var. Heykelin yanında ise dilerseniz oynayabileceğiniz kocaman bir satranç var. Bu meydanda alışveriş yapabileceğiniz tezgahlar da bulunuyor. Bu meydandan yukarı bakarsanız Hohensalzburg yani Salzburg Kalesini görebilirsiniz. Kaleye füniküler ile çıkıyorsunuz. Hohensalzburg, 1077 yılında inşa edilmiş. Onlarca savaş görmesine rağmen hiçbir zaman fethedilememiş. Bütün olarak günümüze kadar gelen tek kale olma özelliğini taşıyor. Kale içerisinde savaşta kullanılar eşyalar sergileniyor ayrıca kuklaların sergilendiği bir bölüm de bulunuyor.

Avusturya'da kendi yemekleri olan viyana usulü şnitzel yenir. Biz kale de Salzburg manzarası eşliğinde yemeğimizi keyifle yedik. Avusturya’nın ünlü kahvesi Melange’u (Melonj diye okunur) yemek sonrası içmenizi tavsiye ederim. Ayrıca özel bir tatlıları da mevcut, ismi Salzburger Nockerl. İçi marmelatlı, köpük gibi bir tatlı.

Salzburg 189.000 yatak kapasitesi ile birçok sınıfta oteli barındıran bir şehir. Şehrin çevresinde beş yıldızlı konforlu otelleri veya Eski Şehir merkezindeki butik otelleri tercih edebilirsiniz. Alternatif olarak şehrin çevresindeki kırlarda yer alan çiftlik evlerinde oda kiralamak ilginç bir deneyim yaşatabilir.


INNSBRUCK

Salzburg –Innsbruck (189km). İki kez (1964 ve 1976) kış olimpiyatlarına ev sahipliği yapmış olan Innsbruck; Avusturya’nın olağanüstü yeşilliğinde, dağ eteklerinde kurulmuş bir doğa harikası. Kiraların 4000 euro civarında olan oldukça da pahalı bir şehir. Şehrin kalbi Maria Theresian Strasse'de atıyor. Burası karşılıklı mağazaların bulunduğu bir alışveriş caddesi. Bu caddeye girerken sizi şahane bir yapı olan Triumph Porte karşılıyor. Maria Theresian Strasse boyunca devam ederek cadde sonuna geldiğinizde Altstadt'a ulaşmış oluyorsunuz. Turistik anlamda görülmesi gereken bir çok yapı da işte tam burada yer alıyor.

Triumphpforte ( Zafer Takı): Zaten direkt karşınıza çıkacak bu tak altın işlemeleriyle oldukça havalı duruyor.

Dom Zu Sankt Jacob (St. Jakob Katedrali): Golden Roof’un arka sokağında bulunmaktadır. Geleneksel olarak her hristiyan şehrinde var olan katedrallerin nispeten küçüğü ama şehir için önemli bir nokta.

Goldenes Dachl (Altın Çatı): Şehir meydanında yer alan bu bina, altından yapılmış bir balkon ve gölgeliğine verilen ad. Innsbruck’un simgesi ve Maximilian devrinin anıtı olan Goldenes Dachl, şehir turlarının ilk durakları arasında yer alıyor. 1494 yılında imparator Maximilian tarafından Bianca Maria Sforza ile evliliği şerefine yaptırılmış. Günümüze kadar ulaşmayı başarmış ve eşsiz bir güzellik olarak karşınıza çıkıyor.

Helblinghaus: Golden Roof’un çaprazında Barok mimarisinin güzel örneklerinden Helblinghaus yer alıyor. İşlemeleriyle Barok stilin en güzel örnekleri arasında yer alan bu bina, mükemmel işlemeleriyle kendine hayran bırakıyor. Aslında 15. yüzyıl tarzına sahip olan Heblinghaus, 18. yüzyılda rokoko stilinde inşa edilmiş.

Kaiserliche Hofburg(Imperial Palace): Golden Roof’un arka sokağında bulunmaktadır. İmparatoriçe Marie-Thérèse Innsbruck’ta muhteşem izler bırakmış başka bir isim. Bu muhteşem anıtlardan biri de Hofburg. Maximilian’in eski sarayı olan Hofburg, 1766 yılında baştan aşağı barok tarzında yenilenmiş.

Stadtturm (Kule): Innsbruck küçük evlerin bulunduğu bir şehir. 31 metrelik bu kuleye çıkarsanız, Innsbruck’u bayağı bayağı yukarıdan görebilirsiniz.

Eski şehir merkezinde dolaşırken, Strudel Cafe Kröll’de sıcacık kahvenizi içerken lezzetli tatlı ya da tuzlu Strudellerden yiyebilir ya da kurutulmuş et satan dükkanlarda yemeğinizi yiyebilirsiniz. Bu dükkanın önündeki standlarda ayak üstü şarap keyfi yapabilirsiniz. ‘Tafelpitz’ sebzelerle haşlanmış geleneksel bir et yemeği. Garnitür ile sunuluyor. Orta Avrupa mutfağının Avusturya ayağını temsil eden diğer önemli yemek de ‘pfandl’. Yumuşak bir biftek türü. Bizim etlere göre biraz yavan kalır tadı ama denenmeli deriz. Biz akşam yemeğimizi Mamma Mia'da yedik. Biz İngilizce sipariş verirken garsonumuz, uğraşmayın Türk’üz buranın sahibi de Türk dedi. Eski gümrük ambarını çok şık bir İtalyan restauranta çevirmişler. Gurur duydum. Çalışanlar da Innsbruck Üniversitesi’ne okumaya gelmiş gençlerden oluşuyor. Restaurant doluydu ve yemekler çok lezzetliydi.  

LEUTASCH 

Avusturya'da dağlar arasında şirin bir kayak kasabası. Konaklamamızı bu dağ otelinde gerçekleştirdik.

REUTTE

Yolda giderken birden kafamızı kaldırınca iki dağın arasına gerilmiş, yerden 179 metre yükseklikte, 406 metre uzunluğunda, 1,2 metre genişliğinde bir tel köprüde insanların karşıya, Ehrenberg Kalesi’ne yürüdüklerini dehşet içinde gördük. Hemen baba-kız’ın tüm karşı çıkmalarına rağmen biz de bu deneyimi yaşayalım diyerek gittik. Bilet alıp 15-20 dakikalık dağa tırmanma yürüyüşünden sonra köprüye vardık. Büyük bir cesaretle içeri girip yürümeye başladık. Aşağı bakmamaya çalışmama rağmen biraz ilerleyince köprünün sallanması ve asma köprü olduğundan yanları açık olmasından dehşete düşüp kaldım. Baba kız yürümeye devam etmelerini söyleyip yavaş yavaş geri döndüm. Ancak insanların, çocukların hiç korkmadan vızır vızır yürüdüklerini görünce azar azar gidip döndüm, biraz gidip geldim. Cesaretimi toplamaya çalıştım. Bu şekilde Derin ve Akif dönene kadar yaptım sonra büyük bir cesaretle ve Derin, Akif'in cesaretlendirmesi ile karşıya geçip tekrar döndüm. Gerçekten dehşetti. Hele ortalarda köprü rüzgardan sallanıyor, rüzgar çarpıyor, aşağısı uçurum… Ama herkes bir kere denemeli diyorum, farklı bir deneyim oldu.

GARMİSCH-PARTENKİRCHEN

Almanya - Avusturya sınırındaki Yukarı Bavyera Bölgesi’nde bulunan kış sporları merkezi, Garmisch ve Partenkirchen adlı iki yerleşimin birleşmesiyle kurulmuş. Burası aslında iki kasabanın birleşmiş hali. Bir zamanlar Garmisch ayrı, Partenkirchen ayrı iki kasabaymış; şimdi tek bir kasaba olarak anılıyor. İnanılmaz güzel bir kasaba. Özellikle duvarları resimli olan evler… Resimlerin bazıları dini ve tarihi; bazıları da halkın geleneklerini, göreneklerini anlatıyor. 1935′de Hitler’in ısrarıyla bu iki kasaba birleşmiş ve 1936 Kış Olimpiyatları burada yapılmış. Alp dağlarının eteğindeki kasaba kayak yapmak için de ideal bir bölge. 60 kilometrelik bir kayak pisti var.


FÜSSEN

Almanya-Avusturya sınırına yakın, Almanya’nın en güneyindeki küçük bir kasaba. 14.000 nüfuslu ve eyaletin en yüksek rakımına sahip şehri. Bu kasabanın özellikli iki şatosu var ki gerçekten görülmeye değer. Neuschwanstein Şatosu ve HohenSchwangau. Şatolara sabah erken gelip bilet almak lazım. Geziler rezervasyonlu ve 10’arlı gruplar halinde. Tavsiyem önceden internetten almak aksi taktirde boş dönebilirsiniz. Kalelere isterseniz kişi başı 6 euro verip at arabası ile ya da otobüs ile çıkabilirsiniz.

Neuschwanstein Şatosu: Anlamı beyaz kuğu taşı olan bu kale; ünlü Disneyland’ın logosunu oluştururken ilham aldığı meşhur “uyuyan güzel” şatosuna da ilham kaynağı olmuş. Avusturya sınırında bulunan bu kale, Alp Dağları’nın üzerine 19.yy’da inşa edilmiş. Kalenin duvarlarında, Fransa’da bulunan Versailles Sarayı’nın ihtişamından ilham alınarak çizilen pek çok eser bulunmakta. Kalenin iç yapısından başka manzarası, dışarıdan görünümü, kaleye giderken yürünülen yol, geçilen köprü, akan şelale ve pek çok diğer doğa manzarası da görmeye değer.

Hohenswangau şatosu: II.Ludvig’in babası II. Maximilian, Hohenschwangau’u ortaçağ şövalyelerinden ele geçirmiş ve 1832’de gotik stilde restore ettirmiş. Şato’nun dekorasyonu, kraliyet yemek odası, yemek takımları, kraliçenin özel odaları, kraliçenin okuma odası, banyo ve tuvaletleri, balo salonu gibi bölümlerin hepsi güzel ve ilginç. II. Ludwig’in odası ise prensin ruh durumunu tam olarak yansıtıyor. Odasının bir köşesinde ise Ludwig tarafından yaptırılan Wagner büstü var. Burada en ilginç yer “Türk Odası” aslında II. Maximilian’ın odasıymış. Kral, 1832’de Osmanlı topraklarından geçmiş ve gördüklerinden çok etkilenmiş. Türk odasının kubbe şeklinde tavanını koyu lacivert yapmışlar ve üzerinde sarı altın yaldızdan yıldızlar ve bir hilal ile gökyüzü tasvir edilmiş. Odanın yan duvarlarında ise duvarın üzerine yapılmış yağlıboya resimler var. İstanbul Boğaziçi, Beylerbeyi, birinde genel olarak Konstantinople ve bir diğer duvara da Truva resmedilmiş ve altlarına da isimleri bu şekilde yazılmış. Almanya’nın bir küçük kasabasında, yıllar önce yapılmış bu kraliyet şatosunda, bir odanın tamamına İstanbul ve Boğaziçi’nin güzellikleri resmedilmiş ve “Türk odası” adı verilmiş.

Akşam yemeğini Gasthof Woaze'de geleneksel Amlam mutfağında yedik. Çok güzel beef roast, gravy souse ile fillet turkey garlic butter ve potato ile enfesti.


ZÜRİH

İsviçre'ye girerken 35 franklık taşıt pulu alınması gerekiyor. İsviçre’nin en büyük şehri olan Zürih, Limnat nehri üzerine ve Zürih Nehri’nin ucuna konumlanmış bir kent.

Fraumünster Kilisesi, Zurichhorn parkın, Grossmunster Kilisesi, Bahnhofstrasse Caddesi, Botanik Bahçesi, Rathaus (belediye binası), Paradeplatz, Niederdorfstrasse (barlar sokağı), Kunsthaus sanat müzesi görülmeye değer yapılardandır.

Güneye doğru indiğinizde şehrin en işlek caddelerinden biri olan Bahnhofstrasse’ye ulaşıyorsunuz. Burası dünyanın en prestijli caddelerinin başında gelir. Üzerinde ıhlamur ağaçları bulunan caddenin uzunluğu 1.5 km. Tren istasyonundan başlayıp ve göl kıyısına kadar uzanıyor. Trafiğe kapalı, yalnızca yayalara ayrılmış. Bahnhofstrasse’nin doğu paralelinde ise şehrin içinden geçen Limmat Nehri yer alıyor. Şehrin iki yakası birçok köprüyle güzelce birbirine bağlanmış. Nehir kıyısına doğru ilerlerken şehrin en eski kilisesi St. Peterskirche’yi (St. Peter kilisesi) görüyoruz. 1705-1706 yılında yapılmış. Zürih şehrinde inşa edilen ilk reform kilisesi olma özelliğini taşıyor. Kilisenin çan kulesinde dünyanın en büyük saatlerinden biri bulunuyor. Bu saatin çapı 8.7 metredir. Saat 13. yüzyıldan kalmış. Kule de uzun süre yangın gözlenmesi için de kullanılmış. Yapıya 18. yüzyılda eklenen pembe-turuncu mermer sütunlar, alçı işlemeler ve kristal avizeler mükemmel.

Limmat Nehri’ne ulaştığınızda dikkatinizi iki önemli yapı çekiyor. Bunlardan bir tanesi uzun yeşil kubbeli Fraumünster, diğeri ise iki kuleli Grossmünster (büyük kilise). İçi çok sade bir kilise. 853 yılında Alman Kralı Louis tarafından yaptırılmış olan Fraumünster Kilisesi, şehir merkezinde bulunan en önemli kiliselerden biri. Kilisenin tarihi cazibesinin yanı sıra, ünlü mimar Marc Chagall tarafından yapılmış renkli cam pencereleri ve eşsiz mimarisi tüm dikkatleri üzerine çekmekte.

Biz de herkes gibi sandviç ve içeceklerimizi alarak göl kıyısında manzara eşliğinde yedik. Sonra da kahvemizi H. Schwartzenbach'da taze öğütülmüş değirmenden içip yorgunluğumuzu attık.


LUZERN

Zürih’ten 40-50 dakika uzaklıkta, Rigi ve Pilatus dağlarıyla çevrili Luzern Gölü oldukça popüler bir tatil şehri. Gölün keyfini daha iyi çıkarmak için saati 50 Frank’a tekne kiralayıp gezebilirsiniz. Göl suyu dingin olduğu için tekneler de herkesin kullanabileceği basitlikte. Otomatik araba mantığıyla çalışıyor. Şehrin en önemli simgesi ise 1333 yılında yapılmış olan Chapel Köprüsü ve bu tahta köprüye bağlı olan sekizgen su kulesi. Köprünün içinde, tavanda üçgen paneller üzerine yapılmış yağlıboya resimler var. Dar sokaklar ve tarihi binalar oldukça güzel. Gölün sağ tarafı eski şehir. Eski Şehir’in ara sokaklarında Weinmarkt, Hischenplatz ve Kornmarkt meydanlarını gezebilirsiniz. Kentin bir de kule ve surları ve surların kenarından yürürken saat kulesi de vaktiniz varsa gezilecek yerlerden.

Akşam Luzern’in biraz dışında Merlicnhachen'de Swiss Chalet Lodge’da kaldık. Yemek için de yine göl kenarında Bezirk Küssnacht kasabasında Rössli restaurantı seçmek zorunda kaldık zira hayalet şehirde açık olan ve insan bulunan tek yerdi. Kısıtlı olan menüden yemeğimizi seçtik. Irish beef ve Rössli burger gayet lezzetli ve doyurucu idi. Çok memnun kaldık. Yemekten sonra kimsenin oturmadığı ama biz Türkler için oturup saatlerce çekirdek çıtlatacağımız gölün karşısında oturup akşam 22:00'de batan güneşin ve manzaranın tadını çıkardık. 

INTERLAKEN

Yolda giderken mutlaka üst kısmı Alpler ve alt tarafı göl olan müthiş manzaralı Beatenberg’de durup gölü seyrediniz. Etrafında gezebilirsiniz. Interlaken, isminden de anlaşılacağı gibi, iki yanı göl olan bir İsviçre kasabası. Thunensee ve Brienzersee gölleri. Interlaken merkezi de oldukça şirin bir yer. Kasaba havasında yemyeşil doğanın arkasına saklanan dağlar manzarası ve şehri ikiye ayıran nehir ile müthiş. Buranın bir diğer özelliği de her yerde parasailing yapılması. Deneyelim dedik ancak  adam başı 250 frank. Upps ^.^ Burada güzel oteller, ev yapımı çikolata ve hediyelik eşya mağazaları bulunuyor. Kışın tercih edilen bir kayak merkezi haline dönüşüyor.


BERN

İsviçre’nin başkenti. Tüm şehir UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Şehir genelinde toplam 15 adet çeşme bulunuyor. Tramvay geçen Arnavut kaldırımlı sokakların altından su akıyor. Ana caddeleri Marktgasse ve devamındaki Kramgasse. Birçok çeşme ve mağaza bu caddeler üzerinde yer alıyor.

Spitalgasse: Burası şehrin şık ve eski bina cephelerinin ardına, pek çok mağazanın saklandığı, canlı bir alışveriş caddesi. Tarihi şehrin sokaklarının çoğunun üzeri (yaklaşık 6 km.) kemerle kapatılmış. Bu kemerlerin altındaki sokaklarda müzisyenleri dinleyip, sokak sanatçılarını seyrederek gezinebilirsiniz.

Kafigturm: Spitalgasse caddesinin bitiminde, dört yol ağzında bir yapı. Burası önceleri bir gözetleme kulesi olarak kullanılmasına rağmen daha sonra hapishane olarak kullanılmış. 1977-1979 yılları arasında tamamen yenilenen yapı, günümüzde bir sergi ve etkinlik alanı olarak kullanılıyor. Burada düzenli sergiler kuruluyor ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor.

Baren Platz: Kafigturm hemen güneyinde bir meydan. Burada kafeler ve devasa açık hava satranç alanı var. Hareketli bir yer.

Markgasse: Burası Ortaçağ döneminde Bern şehir merkeziymiş. 13. yüzyılda inşa edilmiş. UNESCO Dünya Kültür Listesi’ndedir. Burada 2 çeşme var. İlk çeşme Anna Seiler’e adanmıştır. Bu kişi salgın hastalığa yakalananlara evini açan, Island Hospital’ın kurucusudur. Heykelde Anna, küçük bir tabak içine su döken mavi elbiseli bir kadın tarafından temsil edilmektedir. Diğeri üzerinde bir bayraktar heykeli olan “Schützenbrunnen”dir.

Kornhaus Platz: Caddenin sonundaki meydan. Buradaki Kindlifresserbrunnen yani Alman çeşmesi üzerinde korkunç bir figür bulunuyor. Bunun, çocukları korkutmak için yapıldığı söyleniyor.

Kornhaus: Kornhaus meydanınında. Burası eskiden tahıl ambarı olarak kullanıyorken, günümüzde sergi ve benzeri etkinliklere ev sahipliği yapan bir kültür merkezi haline gelmiş. Güzel Sanatlar ve Endüstriyel Sanatlar kütüphaneleri burada bulunuyor.

Zeitglockenturm (Zytglogge): Meydanda Bern şehrinin iki sembolü var. Biri ayı, diğeri ise bu saat kulesidir. Şehrin en eski anıtı ve sıra dışı bir saat kulesi burası. 1218-1220 yılları arasında, batı kent kapısı olarak ahşaptan inşa edilmiş. 1256 yılında bir hapishane olarak kullanılmış. 1405 yılında ise günümüzde kullanılan saat mekanizması yerleştirilmiş. 1770-1771 yılları arasında kulenin dış görüntüsü, barok bezemeler yapılarak bugünkü görüntüye kavuşmuş. Kadran üzerinde Roma tanrıları Venüs, Mars ve Jupiter’in resimleri var. 1405 yılında, kuledeki dökme çana saat duyurmak için elle vuruluyormuş. Daha sonra 1530 yılında, süslü astronomik objeler eklenmiş. Saat başlarında muhteşem bir gösteri sunuluyor. Ama gösteriyi izlemek için saat başından en az 5 dakika önce mutlaka burada bulunun. Gösteri, soytarının başının üzerinde bulunan 2 çanın çalmasıyla başlıyor. Ardından ayılar geçidi başlıyor, horoz ötüyor ve kanatlarını çırpıyor. Zaman baba, kum saatini döndürüyor ve zaman böylece akıp gidiyor.

Yürümeye devam ediyoruz. Şimdi Kramgasse caddesi üzerinde ilk olarak karşımıza yine bir çeşme çıkıyor.

Zahringerbrunnen (Zahring Çeşmesi): Kramgasse bölgesindeki eski şehirde yer alır. 1535 yılında inşa edilmiş. Çeşmede; ayaklarının dibinde bir yavru ayı bulunan, zırh kuşanmış bir ayı heykeli var. Kalkanında aslan resmi var. Çeşme şehrin kurucusuna adanmış.

Einstein Haus: Albert Einstein 1902-1909 yılları arasında, bu cadde üzerinde bulunan 49 numaralı evde yaşamış. Ünlü fizik bilgininin “Görelilik Kuramını” geliştirdiği ev, günümüzde bir müzeye dönüştürülmüş. Einstein 1905 yılında Bern şehrinde İsviçre Patent Enstitüsünde çalışırken; ışık, uzay ve zamana ilişkin kuramlarla ilgileniyordu. E=mc kare olarak geliştirilen görelilik kuramını burada geliştirmiş ve geliştirdiği yıl olan 1905 yılı, Annus Mirabilis (Mucize Yılı) olarak anılıyor. Einstein, karısı ve oğlu ile birlikte burada yıllarca yaşamış ve kendisine Nobel kazandıran fotoelektrik olayı ile ilgili teorisini de burada geliştirmiş.

Rathaus (Belediye Sarayı): Caddeden ilerlediğinizde sol yanda, Aare nehri yönünde, Belediye Sarayı binası var. Burası Postgasshalde ve Postgaasse caddeleri arasında. Bern kanton parlamentosu, burada toplanmakta. Bina 1406-1415 yılları arasında yapılmış. Birinci katta merdiven üzerinde bir çift oda var. Zemin ve kirişler, eski bir tahıl ambarı olarak hizmet görülen yıllarda dört yuvarlak sütunla desteklenen bir salon var. Belediye Sarayının hemen karşısında güzel bir çeşme var. Tipik üniforması içinde, Bernli bir bayraktarı gösteren; rengarenk Vennerbrunnen (Bayraktar Çeşmesi) çeşmesi. Heykel 1542 yılında inşa edilmiş. Burayı kaçırmayın, görün.

Caddenin devamı Gerechtigkeitsgasse caddesi. Buradan Laufer Pltz. Meydanı’na inin. Burada bir köprü, bir de çeşme var. Haberci Çeşmesi Fransa kralı tarafından Fransızca konuşamadığı için kınanan ve krala “Siz de Almanca konuşamazsınız.” diye karşılık veren Bernli habercinin anısına yapılmıştır. Untertorbrücke Köprüsü de şehrin en eski köprüsü. 1461-1489 yılları arasında yapılmış. İlk yapıldığında meşe ve ahşap kısımların yoğun olduğu köprü; 1460’lı yıllarda tamamen taş olarak yeniden yapılmış. 1818 yılında köprünün üst yapısında değişiklikler olmuş. 1979-1981 yılları arasında köprüde restorasyon yapılmıştır.

Barengraben (Ayı Hendeği): Köprüden nehrin öbür yanına geçip ve sağda önünüze çıkan yokuşu tırmanırsanız Barengraben (Ayı Hendeği) karşınıza çıkıyor. 15. yüzyıldan bu yana ayılar kent kültürünün önemli bir simgesi-maskotu olmuş. Burası, ayılar için bir konut. Şehirde mevcut ayıların ilk kayıtları 1441 yılından geliyor. 1925 yılında küçük bir çukur genç ayı yavruları için ayrılmıştır.

Hendekte ayılar var. Hava elverişliyse, anne ayılar ve yavruları dışarıya çıkarılıyorlar ve ziyaretçiler tarafından izleniyorlar. Burada Bear Park girişi de bulunuyor. Burayı ziyaret ücretsiz. 2009 yılında açılmış. Burada 4 tane ayı bulunuyor. 6000 metre karelik site, ayı çukur bölgesine kadar uzanıyor. Küçük bahçeler, çalılar, mağaralar ve geniş bir havuz ve bu alanlarda oynayan ayıları izlemek isterseniz burayı ziyaret etmelisiniz.

Bern Münster Katedrali Ayı Hendeğini gezdikten sonra tekrar geriye, Nydeggbrücke tarafına geçin. Güneyde kalan Junkern-gasse Caddesinden ilerleyin. Buradaki Bern Münster Katedrali İsviçre’nin en görkemli katedralidir. Katedralin yapımı 200 yıldan fazla sürmüş. İnşaatına 1421 yılında başlanmış ancak nef bölümünün tamamlanması 150 yıl sürmüş. 1893 yılında yapıya eklenmiş kule külahının uzunluğu 100 metre. Kulede bulunan büyük çan ise 1611 yılında buraya konulmuş ve 10 ton ağırlığında. Ana girişin üstündeki alınlıkta “Son Yargı” isimli bir eser var. Bunu kaçırmayın. Erhart Küng tarafından yapılan eser her sosyal sınıftan, toplam 234 lanetli ve kutsanmış ruhu temsil ediyor ve 1490-1495 yılları arasında yapılmış. Koro bölümünde 15. yüzyıldan kalma vitray pencereler var.

İsviçre’nin en yüksek kulesi burada. Kulenin ikinci katından şehrin güzel manzarasını seyretmek mümkün. Ancak kuleye tırmanmak için elbette biraz güç gerekiyor. Asansör yok, 254 taş basamaklı merdiven var. Bu merdivenler dar ve spiral.

Matte: Katedralin hemen arkasında bahçesinde Münster Platform var. Buradan ilginç bir asansörle nehir kıyısındaki bölgeye inebiliyorsunuz. Burada butikler, el sanatları ürünlerinin satıldığı tezgahlar ve sanatçı stüdyoları var.

Akşam yemeği için Barenplatz meydandaki Gfeller'i tercih ettik. Bu restaurant ödüllü pie'ları olan ünlü bir yer. Tavsiye üzerine geleneksel yemekleri RÖSTİ ısmarladık. Patates ince ince tavada kavrulmuş ve çeşitli şeylerle sunuluyor. Biz sosisli ve soğanlı olanı ısmarladık. Çok beğendiğimiz bir şey olmadı ama her ülkenin yemeklerini denemek gerekir. :) 


GRUYERE (Ortaçağ Peynir Kasabası)

Köye araba ile girmek yasak. Gravyer diye bildiğimiz İsviçre peynirine adını vermiş La Gruyere; ortaçağ karakterini bugünlere kadar koruyan, çiçeklerle süslü evleri ve şatosuyla ünlü bir dağ köyü. Saane Nehri kenarında 800m yükseklikte kurulu Gruyere, 2014 yılında Batı İsviçre’nin en güzel köyü seçildi. Köyün tepe noktasındaki Gruyere Şatosu 13. yy’da yapılmış. Yıllarca kontlara ev sahipliği yapan mekan, çeşitli sahiplerinden sonra 1938 yılında Fribourg Kantonu tarafından satın alınıp müzeye dönüştürülmüş. Buraya kadar gelmişken İsviçre’nin meşhur yemeği fondüyü tatmak çok istedik ama hayal kırıklığına uğradık çünkü fondü bir kış yemeğiymiş ve yazın tercih edilmediği için restaurantlar yapmıyor. Masanın ortasında elektrikli yuvarlak ve yassı bir makine, etrafında tabaklar içinde haşlanmış patates, mısır ve soğan turşusu, kornişon, peynir çeşitleri, muhtelif ekmek, domates, salatalık, jambon. Makinenin etrafındaki üçgen metal kürekçikleri kauçuk saplarından tutup alınan içlerine raklet peyniri yerleştirip tekrar yerine konularak yenilen bir yemek. Ayrıca isterseniz peynirin nasıl yapıldığının anlatıldığı peynir fabrikası ve Cailler çikolata fabrikasın da gezilebilir. Aslında burada en güzel aktivite Eylül ayının son haftasında yapılan Desalpe dağ festivali. İnekler, sığırlar, koyunlar yaz aylarında Alpler’deki yaylalarda otlayarak geçirdikleri 4 aydan sonra çiçeklerle evlerine dönüyorlar. 


MONTREUX (MONTRÖ)

Boğazların kaderini belirleyen, ülkemizi derinden etkileyen Montrö Antlaşması da Montraeux şehrinde imzalanmış. Montreux, Türkiye’de Boğazları kapsayan anlaşmasıyla bilinir ama tüm dünyada 1967 yılından beri her yıl 1-16 Temmuz ayında yapılan ünlü “Montreux Caz Festivali” ile tanınır. Şanslıyız denk geldik. Her yerde, sokaklarda, cafelerde jazz yapan insanlarla doluydu. Montrö, Léman Gölü kıyısında, ulu bir dağın eteklerinde kurulmuş 25 bin nüfuslu tam bir tatil şehri. Montreux’ da ilk dikkati çeken göl kenarındaki muhteşem görünüşlü Unesco Dünya Mirasları Listesindeki, 13.yy’da yapılmış olan “Chateau de Chillon”; Leman Gölü kıyısındaki görülecek önemli bir yapıt. Roman ve şiirlerde adı geçtiğinden bu sayede de meşhur olmuş bir şato. Şato, İsviçre’nin simgelerinden ve en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Avrupa’da doğu-batı doğrultusundaki ticaret yolları buradan geçtiği için, şato denetim açısından bir nevi gereklilikmiş. Bu nedenle stratejik öneme sahip bu noktada, kocaman yekpare bir kayanın üzerine ilk taş konmuş. Savoy dükleri 16. y.y’a kadar burada yaşamış. Her gelen şatoya bir bölüm daha eklemiş. Kavlar, mahzenler, şapeller, ambarlar, yatak odaları, yemek salonları hatta Cenevreli rahip François de Bonivard’ın zincire vurulduğu zindan… Şatoda en çok dikkat çeken de tavanlardaki ahşap işçiliği ve yatak odalarının içinde ya da yanıbaşında yer alan “eski usûl” tuvaletler.

Montrö Rivierası, Güney İsviçre zenginlerinin sayfiye bölgesi. Ama bence en önemlisi, 2007’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne giren Lavaux bağlarını içermesi. Lutry'den girerseniz bu bağları gezebilirsiniz. Burada ağırlıklı olarak Chasselas üzümlerinden beyaz şarap üretiliyor. 20’den fazla yıldızlı restoranıyla Montrö Rivierası gastronomi alanında dünya çapında şöhrete sahip. Chardonne’da ‘Le Montagne’, St-Saphorin’de ‘L’Auberge de L’Onde’

İsviçre’nin en önemli restoranlarından 2 Michelin yıldızlı ‘Le Pont de Brent’i veya  ‘La Rouvenaz’ deneyebilirsiniz. Yalnız unutmayın İsviçre dünyanın en pahalı ülkelerinden biri.

İklimi ve yaşam kalitesiyle birçok ünlüyü çekmiş Vevey'de Charlie Chaplin 25 yıl yaşamış. Vevey kıyısındaki heykeli her turistin uğrağı. Queen grubunun solisti Freddie Mercury de sakinliği nedeniyle Montrö’ye yerleşmiş. Burada bir kayıt stüdyosu satın almış. Queen ile son albümü ‘Made in Heaven’ı burada kaydetmiş. Onun heykeli de Montrö’de göl kıyısında. İngiliz şair Byron ‘Şilyon Mahpusu’nu buraya geldikten sonra yazmış. Leman Gölü, Orta Avrupa’nın ikinci büyük tatlısu gölü. Gölun bir kısmı İsviçre’de bir kısmı Fransa’da.


LOZAN

Lozan, Léman Gölü kıyısındaki onlarca şehirden biri. Nüfusu 136 bin dolaylarında. Çevresindeki belediyelerle birlikte 350 bine yaklaşıyor. İçinde bulunduğu Vaud kantonunun başkenti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesinde yer alıyor. Grand-Pont dedikleri Büyük Köprü’den geçiyor ve yokuşlar çıkarak Cité semtine gidiyoruz. Şehrin katedrali burada bulunuyor. 13. yy’dan kalma gotik bir yapı. İsviçre’nin en büyük mabediymiş.

Katedralin hemen yanıbaşında ise eskiden din adamlarının kaldığı bir bina var. Bu bina bugün Lozan Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Katedralin birkaç sokak ötesinde ise Saint-Marie Şatosu bulunuyor. 15. yy’dan kalma bu bina inşa edildiğinde, din adamları kaldıkları diğer binayı terk ederek burada yaşamaya başlamışlar. Saint-Marie Şatosu mimari olarak çok güzel bir yapı. İki renkli taşlarla âdeta insanların bakmaktan zevk alması için incelikle yapılmış. Şato günümüzde kamu binası olarak hizmet veriyor. Vaud Kantonu bu binadan yönetiliyor. İşiniz bittikten sonra ise kesinlikle ve kesinlikle Marché merdivenlerini kullanarak aşağı inin. Katedralin avlusundan başlayarak Palud Meydanı’na inen bu tarihî merdivenleri görün. Palud Meydanı küçük ama çok renkli bir mekân. Lozan Belediye Başkanlığı binası burada bulunuyor. Çiçeklerle bezenmiş, eski bir bina. Meydanın orta yerinde çeşme var. Burada saat başı clock gösterisi enterasan. Meydan her daim hareketli ve renkli bir nokta. Palud Meydanından Rumine Sarayı’na doğru gidin. Bir Rus prensi tarafından yapılan yüklü bir bağışla inşa edilen bu saray Lozan’ın en güzel binalarından. Adının saray olduğuna bakmayın; içinde şimdiye dek ne bir kral, ne de vârisi olan prens yaşamış. Yapıldıktan sonra bir süre üniversite olarak hizmet vermiş. 1980 yılında yer darlığı nedeniyle üniversite yeni yerleşkesine taşınmış. Bina boş kalmamış tabii. Bugün Vaud Kantonu’nun parlamentosuna, Lozan Üniversitesi’nin 3 ana kütüphanesinden birine ve 5 müzeye ev sahipliği yapıyor. Bunlar Güzel Sanatlar Müzesi, Arkeoloji ve Tarih Müzesi, Zooloji Mizesi, Para Müzesi. Lozan Barış Antlaşması, sarayın duvarları ve tavanını resimlerin süslediği büyük Tören Salonu’nda (şimdi güzel sanatlar ve doğa bilimleri müzesi)nde imzalanmış. Bu antlaşma ile Türkiye, on bir yıl süren savaşların ardından, bugüne dek bozulmayan bir barış sürecine girdi.

Burada Lausanne (Lozan) Street Performance Festival'e rastladık. Şehrin her tarafına sahneler, barlar kurulmuş ve gençler performanslarını sergilemektelerdi. Meydanda akşam yemeğimizi alarak gösterileri izledik. Lozan şu ana kadar gördüğümüz en hareketli ve yaşayan şehirdi ayrıca üniversitesinden dolayı da genç nüfusun en fazla olduğu yerdi. 


GENEVA (CENEVRE)

Bir araştırmaya göre (araştırma şirketi Mercer’in 2010 yılına ait Kaliteli Yaşam Anketi) Cenevre, yaşam standartları göz önüne alındığında dünyanın en kaliteli ve en yaşanılır şehirleri arasında 3. sırada yer alıyor.

Cenevre’nin dikkat çekici özelliklerinden biri de pek çok uluslararası kuruluşun merkezinin burada olması. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü bunların başında geliyor. Dünyaca ünlü Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi CERN de Cenevre’nin çok yakınında, Fransa sınırında yer alıyor. Fransa ile iç içe olması ve uluslararası kuruluşlara ev sahipliği yapması Cenevre’nin İsviçre’nin en kozmopolit şehri olmasına sebep olmuş. Nüfusun yarısına yakınını yabancılar oluşturuyor.

Gezilecek yerler:

•  Quai du Mont Blanc, Mont Blanc Rıhtımı gezinin başlangıç noktası olabilir.

•  Cenevre’yi ikiye bölen nehirlerden birinin üzerinden geçen ve şehrin ikisini birbirine bağlayan Mont-Blanc Köprüsü‘nden bakınca Fransa Alplerinin en yüksek noktası Mont Blanc’ı görebilirsiniz.

•  Mont Blanc köprüsünün batısında Rousseau Adası yer alıyor, burada Jean-Jacques Rousseau’nun bir heykeli var.

•  Köprünün karşı yakasına geçtiğinizde lüks mağazaların bulunduğu şehrin alışveriş merkezine ulaşmış olursunuz. Geniş bulvarlarda büyük oteller ve şık mağazalar burada sizi bekliyor. Büyük Tiyatro ve Konservatuar binaları da bu bölgede ve görülmeye değer binalar.

•  Cenevre’de tabii ki en popüler aktivite Cenevre Gölü kıyısında keyifli bir yürüyüş ya da göl turu olacaktır. Tur 45 dakika ve kişi başı 16CHF

•  Cenevre’nin sembolü haline gelen Jet d’Eau Fıskiyesi, neredeyse 40 katlı bir binanın yüksekliği kadar su fışkırtıyor. Şehrin neredeyse her yerinden fıskiyeyi görebilirsiniz. Hatta altına girip ıslanabilirsiniz de…

•  Kızıl Haç ve Kızıl Ay Müzesi, Cenevre’de mutlaka görmeniz gereken etkileyici müzelerden biri.

•  Eski Şehir Bölgesi güzel binaları ve bu eski binalarda hizmet veren cafe ve restaurantları ile görülmeye değer. Reform Müzesi, Şehir Müzesi ve belediye binası Hotel De Villa da bu bölgededir.

•  Eski Şehir’de yer alan Aziz Pierre Katedrali (St. Pierre) önce Katolik sonra Protestan Kilisesi olarak hizmet vermiştir. Kilisenin kulesine tırmanarak tüm Cenevre’yi ve Cenevre Gölü (Leman Gölü) manzarasını görme şansını yakalayabilirsiniz.

•  Eski şehirden aşağıya inerek ulaşacağınız İngiliz Bahçeleri ve Çiçek Saati İsviçre’nin diğer şehirlerinde olduğu gibi burada da çok meşhur olmuştur.

Carouge bölgesi, Nice’den esinlenerek oluşturulmuş, bohem bir semt. Sanatçıların eserlerini sergilediği, sokak gösterileri yaptığı birçok yerin yanı sıra kafeleriyle de ünlüdür.

Yemek için Globus ve Molino seçtik. Seçimlerden memnun kaldık.

Otel olarak Fransız tarafında kalmanız fiyat açısından daha uygun olur. Bu tarafta fiyatlar İsviçre tarafının yarısı. Biz Ferney Voltare'de Campanile Otel’de kaldık. Cenevre merkeze 6,5 km uzaklıkta. Sabah tekrar Fransa'dan İsviçre'ye geçtik.


Dokuz günlük tatil bitti. Dört ülkeye girip çıktık. Almanya, Avusturya, İsviçre ve Fransa. Her ülkede trafik bu kadar mı sorunsuz akar. Dokuz gün boyunca tek bir trafik polisi, radar görmedik. İnsanlar her yerde hız, trafik kuralına istisnasız uyuyor. Bir kişi bile otobüs ya da emniyet şeridine tenezzül etmiyor. Yaya geçidinin daha başındayken hemen durup yol veriyorlar. Kavşaklarda herkes sırayla birbirine yol veriyor. Aptalca bir şey mi yaptın arkandan kimse korna çalmıyor, çıkıp bağırmıyor, küfür etmiyor. Sabahtan akşama kadar genci yaşlısı bira hem de bir oturuşta, bir kişi, bir litrelik bira içmesine rağmen ne alkol kontrolü yapan polis ne de kaza yapan kişi var. Almanya nüfusu bizden fazla olmasına rağmen trafik, park problemi yok. Yollar dümdüz. Her üç ülke de soğuk, karlı ve sert kış geçirmesine rağmen yolda tek bir çukur, eğrilik, tümsek yok. Yollar jilet gibi. Hiç mi tuzlamıyorlar diye düşünüyor insan. Her yer tertemiz, pırıl pırıl. Dokuz gün boyunca arabanın tozlanmasını bırakın, tekerlek bile kirlenmedi. Küçücük çocukların emzikleri yere düşüyor, anne yıkamadan çocuğunun ağzına veriyor. Ortalıkta başıboş bir tane bile kedi, köpek yok. Herkes her yerde sırada beklemesini biliyor. Kimse başkasının sırasını alma kurnazlığı göstermiyor. Otobüste, yolda ne bilet kontrolü yapan ne de park cezası yazan var ama herkes biletini alıyor, parkmetrelere paralarını yatırıyor. Her yer alabildiğine yeşil, orman. Yüksek yapı, çirkin kentleşme yok. Yeni yapılan evler bile eski tarihi görüntüsünde yapılıyor. Gece yarılarına kadar kızlar, tek başlarına minicik etek ve şortlarla özgürce dolaşıyor; ne sarkıntılık eden var ne laf atan… Daha ne yazayım. İşte şimdi neden Avrupa Birliği’ne bizi kabul etmiyorlar diye düşünebiliriz. Önce medeni olmayı öğrenmeliyiz. Bunun için daha çooook fırın ekmek yemeliyiz… Sevgiler...